Düşüncenin hangi yöntemlerle ve yollarla aktarıldığının (engellendiğinin) resmini oluşturmaya gayret ettiğimiz bu derlemede konuya girmeden bir hatırlatma yapmalıyım. Metin, tablolarda yer alan notlar ve şematik düzen içinde değerlendirildiğinde, anlaşılırlık sağlayacaktır. Onun için metne eşlik eden tabloların gözden geçirilmesi ve üzerlerinde düşünülmesini öneriyorum. 17. Yüzyıl’da bilim, teknik ve siyasal, sosyal alandaki gelişmeler, düşüncenin sürekliliğinde önemli yön değişimlerine yol açan sonuçlar doğurdu. Gözlem araçlarının gelişmesi, deneye başvurulmaya başlanması, antik dönemden gelen ve kilise tarafından kendi öğretisi için uyumlu hale getirilen bilgi birikimine kuşku yarattı. Matematik yöntemlerin, yeni evren tasarımı için uygun bir dil olarak gelişmesi de bu dönemde gerçekleşti. İngiltere’de gerçekleşen devrim, siyaset felsefesi için yeni düşüncelerin öne sürülmesine yol açtı. Aristocu dünya merkezli dar evren tasarımı, matematik yasalarca açıklanan evren işleyişi karşısında yanlışlanınca devrimsel nitelikte değişim başlamış oldu. 17. yüzyılda düşüncenin gelenekten kopmaya başladığını söyleyebiliriz. Aristoteles, Platon’un yanısıra Kuşkucu, Epikürosçu ve Stoacı görüşler yine gündemdedir, ancak “yöntem” de farklılaşma söz konusudur. Kilisenin kontrolü dışındaki eğitim kurumları güçlenmektedir. Merkezi yönetimlerin güçlenmeleri ölçüsünde, güçlü yöneticilerin himayesinde ve onların iktidarının bir bileşeni olarak yeni kurumlar ortaya çıkmaktadır. (Kraliyet dernek ve akademileri) Teknikte ilerlemeler, gözlem araçlarının gelişmesi, evrene bakışta yeni görüşlerin ortaya çıkmasına bu da yerleşik ve geleneksel görüşlerin sorgulanmasına yol açmaktadır. Hollandalı zanaatçıların buluşu olan gök dürbünü, Galilei tarafından geliştirilmeseydi, gözleme dayanan buluşlar da gerçekleşmeyecekti. Bu doğa felsefesi açısından önemli olduğu kadar bilginin elde edilme yöntemini de sorgulayan bir gelişmeydi. Önceki dönemlerle bağlantılı olarak bilimsel gelişmelere bir göz atalım. “Evrenin sonsuzluğuyla ilgili bu yeni düşünce, 16. yüzyıl sonunda Giordano Bruno tarafından yeniden ele alınmış, ancak dünyanın küreselliği ilkesine bağlı kalan Kopernik'in (Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine, 1543) ve buna karşı matematik argümanları çıkaran Kepler'in de ilgisini çekmemiştir. Ama bu dünyanın sadece boyutlarını değil, yapısını da kesin biçimde değiştirmek için, göksel olguların yeni bir Kopernikçi açıklaması yeterli olacaktır: Olgulara uygulanan her matematik neden, dünyanın güneşin çevresinde döndüğünün ve tersinin söz konusu olmadığının düşünülmesine yol açıyorsa, doğuş ve yok oluş yeri, yani ayüstü dünya ile yok olmama yeri, yani göksel dünya arasındaki eski ayrım sona ermiştir. Ve gözlem ve hesaba dayalı dünyanın hareketi varsayımı hem Kutsal Kitap'tan hem de duyulur görünüşten ve onu açıklamaya çalışan felsefeden (Aristotelesçi) ayrılır, Antik modellerden belli belirsiz ayrılan bilimsel düşünce, böylelikle yepyeni bir özerklik içinde ortaya çıkar ve içinde muazzam yansımalar barındırır.” Modern Dünyanın Yaratılması Kültürün denetiminin kiliseden devlet ve daha özerk girişimlerin eline geçtiği bir dönem yaşanıyordu. "Paris ayrıca bir bilginlik enformasyon merkeziydi de; Kraliyet Kütüphanesi, Kraliyet Bahçesi, Bilimler Akademisi, Gözlemevi ve Yazıtlar ( Inscriptions) Akademisi gibi resmi kurumlarda bilgiler toplanıyor ve tartışılıyordu. Aynı zamanda, resmi olmayan dernek ya da akademilerin de merkeziydi. Hümanist bilim adamları Dupuy kardeşlerin rue des Poitevins'deki [ Poitevins Sokağı] evinde buluşurlardı. 1617'de Dupuy'lara miras kalan bu ev, tarihçi Jacques-Auguste de Thou'nun ünlü kütüphanesiydi. Aralarında Descartes, Pascal ve Gassendi 'nin de bulunduğu doğa felsefecileri, Place Royale (şimdi Place des Vosges) yakınlarındaki Marin Mersenne Manastırı'nda toplanıyorlardı. Kraliyet Derneği enformasyon alışverişi bakımından önemli bir mekândı, ama rakipleri de vardı. 16 .yüzyıl sonlarından itibaren, Bishopsgate Street'teki Gresham Koleji'nde doğa felsefesi ve başka konular hakkında kamuya açık dersler veriliyordu. Warwick Lane'deki Hekimler Koleji'nde de dersler verilmekteydi; 1657'de bir hekim burayı gerçek bir (Baconcı! ) Süleyman'ın Evi diye nitelemişti . Londra'da resmen bir üniversite yoktu; ama bazen üçüncü üniversite diye tanımlanan, hukukçuların eğitim okulu niteliğindeki Inns of Court (lonca hanları) oradaydı. Londra'ya Avrupa'nın başka yerlerinden gelen göçmenler, beraberlerinde bilgilerini de getiriyor ve böylelikle şehirde zaten var olan bilgiyi çoğaltıyorlardı." Burke Bir kütüphaneler şehri olarak Paris, daha önce değilse bile, 17. yüzyıl sonlarında Roma'yı bile geçmişti. Paris'teki kaynaklar arasında, 1500 dolaylarında kataloglanmış ve 17.yüzyılda resmen kamuya açılmış olan, 12 . yüzyıl Saint-Victor Kütüphanesi; üniversite kütüphanesi; Clermont Cizvit Koleji'nin kütüphanesi; Kardinal Mazarin 'in onun ölümünden sonra halka açılan kütüphanesi; 1560'larda Blois'dan Paris'e taşınan ve 17. ve 18 . yüzyıllarda halka gitgide daha çok açılan krallık kütüphanesi bulunmaktaydı. 1692 tarihli bir Paris kılavuzu, üç halk kütüphanesinin (Mazarine, SaintVictor ve Kraliyet Bahçesi'ndeki) yanı sıra, okuyucuların "özel izin"le alındıkları en az otuz iki kütüphaneyi sıralamaktadır. Merkezi Avrupa, üniversiteler bakımından görece iyiydi. Geçmişi 14. ve 15 . yüzyıllara kadar giden ve Prag, Krakow, Viyana, Leipzig ve Pozsony (şimdi Bratislava) üniversitelerinden oluşan bir şebekeleri vardı. İmparator II. Rudolf'un l576'dan 1612'ye kadar süren hükümranlık döneminde Prag'taki sarayı, gökbilimciler Tycho Brahe ile Johann Kepler'i, simyagerler Michael Maier ile Michael Sendivogius'u ve Macar Johannes Sambucus gibi hümanistleri ağırlamış bir düşünsel merkezdi. Uzun dönemde daha önem kazanan, Viyana oldu. Burada hem bir üniversite hem de (kütüphaneci Peter Lambeck'in 1660'larda ayrıntılı bir biçimde betimlediği üzere daha 1600 yılında 10.000 kadar cildi olan ve 1680 yılına gelindiğinde kitap sayısı 80.000'e çıkan, 18. yüzyıl başlarında da muhteşem bir biçimde yeniden inşa edilerek kısa süre içinde halka açılan) imparatorluk kütüphanesi, HoF bibliothek vardı. "Akademik nitelikteki bilgi, bir iki ayda bir çıkan bilginlik dergileriyle yayılmaktaydı . Bu yayın türü, 1660'larda Paris'in Journal des Savants ve Londra Kraliyet Derneği'nin Philosophical Transactions'ıyla(1665) başladı. 17. yüzyıl sonlarında Amsterdam, hem Henri Desbordes'in çıkardığı Nouvelles de la Republique de Lettres'in, hem de Jean Leclerc'in başyazarlığını yaptığı rakibi Bibliotheque Universelle et Historique'in yayım yeriydi. Desbordes'in dergisinin adı özellikle iyi seçilmişti. Süreli yayın yapmanın amacı, ölen ünlü bilginler için anma yazıları ve ilk kez başlayan kitap eleştirileri de dahil olmak üzere tam da "Yazın Cumhuriyeti"nden, haberler vermekti. Bilginlik dergilerinin de para kazanabildiği, Journal des Savants'ın Amsterdam'da ve " Köln"de korsanlanması ve bu formülün Roma'da, Venedik'te, Leipzig'te ve başka yerlerde taklit edilmesi olgusundan anlaşılmaktadır." Burke Görüldüğü gibi düşüncenin üretilmesi, çoğaltılması ve yayılması bağlamında çoklu bir yapı oluşmuş ve giderek yaygınlaşmıştı. Günümüzde de farklı yöntemlerle uygulanan "sansür" olgusu 17. yy. da da geçerliydi. İnançlıların okumaması gereken kitaplar konusunda en etkili engelleyici Katolik kilisesinin "Yasak Kitaplar" listesiydi. Her yıl güncellenen bu liste reformcu yapıtlar dahil bir çok felsefe yayınını da kapsıyordu. Protestan sansürü de 1520 'lerde Strasbourg, Zürih, Saksonya'da başlamıştı. Kraliçe Elizabeth, basım denetimini sağlayabilmek için, basımcılık yerlerini Londra, Oxford, Cambridge ile sınırlamıştı. Bu sınırlamalar 17.yy. ortalarına kadar devam etti. XIV.Louis'nin rejimi de düşüncenin özgürlüğüne bir çok engel koymuştu. Paris basımcılığı giderek daha sınırlı hale gelmişti. Örneğin, 1500 de 181 olan basımevi sayısı 1701 yılına gelindiğinde 51'e inmişti. Kısaca değindiğimiz bu ortam bir çok düşünürün kitaplarını basmak için niçin Hollanda'yı tercih ettiğini de açıklamaktadır. Kalvenci Hollanda'nın da sınırsız özgürlük ortamı olmadığını biliyoruz. Bayle'nin Rotterdam'daki Protestan Akademi'de kovulduğunu, Grotius'un görüşleri nedeniyle Fransa'ya kaçmak zorunda kaldığını da belirtelim. Düşüncelerin özgürce üretilmesinde engel olan, ön sansür diyebileceğimiz korku ikliminin de etkisi vardı. Katolik öğretiye ters düşmemek için ayrı bir özen gösteriliyordu. Aynı baskıcı ortam Kalvenci ve kimi Protestan coğrafyalarda da geçerliydi. Descartes Fransa ve Hollanda'da her iki çevreyle de tartışmalara girmiş, sorun yaşamamak için düşüncelerini gizlemek ya da farklı yöntemlerle açıklamak zorunda kalmıştı. Entelektüel altyapı ve iletişim ortamının genel görünüşünü verdikten sonra, düşünürlere ve düşüncelerin hareketine geçebiliriz. 17. yüzylın büyük düşünürleri skolastik eğitimin temel alındığı üniversitelerde eğitilmişlerdir. Aristoteles'in yapıtları yine müfredatın vazgeçilmezidir. Ancak sorgulama başlamıştır. Bacon, eski otoritelerin "tarih" olarak okunması gerektiğini düşünüyordu. Bir çok düşüncesi onaylanmasa da " Yine de, Bacon, birçok yenilikçi entelektüelin ruh halinin güçlü bir sözcüsü olmuştur. Cambridge ve Londra'da Gray's Inn'de eğitim gören Bacon, güncel hümanist akademisyenliği tanıyor ve onun Aristoteles mantığı ve Roma hukukuna meydan okuyuşundan haz alıyordu. 16. yüzyılın ikinci yarısında yetiştiğinden, Bodin ve diğerlerinin düşünerek bulduklarını o çocukluğundan beri biliyordu: Modernler, teknoloji ve felsefenin en hayati alanlarında eskileri yaya bırakmışlardı. Ayrıca, yaşadığı bilimsel keşifler dönemi -ki hepsini beğendiği söylenemez- eskilerin bilimsel otoritesini onarılmaz şekilde yerle bir etmişti." Yeni Dünyalar, Eski Metinler, Anthony Grafton, Kitap Yay. "Descartes (Latince adı Renatus Cartesius) 17.yüzyıl başlarında bu ortamda çalışmaya başladı. “Okullardaki ve üniversitelerdeki felsefe eğitimi üstündeki egemenliğini sürdüren Aristoteles'in otoritesi de büyük ölçüde sarsılmış ve çok sayıda düşünür tarafından reddedilmiştir. Ama o dönemde skolastik sistemle rekabet edebilecek hiçbir yeni felsefe sistemi ortaya çıkmamış, hatta tasarlanmamıştır. Birkaç istisna (Ramus, Bacon) dışında, dönemin Antiaristotelesçiliği, 16. yüzyıl yayıncılık etkinliklerinin desteğiyle, Antik düşüncenin öteki akımlarının canlanmasına bağlı kalmıştır. Bu anti-Aristotelesçilik, İtalya'da Platoncu özellikler, İspanya'da ve özellikle Fransa'da Montaigne ve Charron çizgisinde septik ya da Pyrrhoncu özellikler kazanmıştır. Bu dönem, "bilge dinsizler"in dinin gerçeklerinin her türlü rasyonel olumlanma olasılıklarını sorguladıkları bir dönemdir; buna karşılık Piskoposluk Kurulu Üyesi Gassendi ( 1592- 1655), Epikuros sistemini saygınlığına kavuşturmak için çaba harcamıştır.” Modern Dünyanın Yaratılması, Descartes’ın zihin beden dualizmi, mekândaki cisimlere ilişkin bilimsel açıklamayla, tam olarak ‘zihinsel’ amaç ve irade kategorileri haline gelen şey arasında bir yarık açmaya yarar. Mekânda yer kaplayan madde olarak katışıksız bir biçimde mekanik olan bir maddi dünya modeli, özünde cisimleşmemiş ve maddesiz bir şey olarak bir zihin resmiyle bir araya getirilir. Tanrıya her ne kadar dış dünyaya ilişkin tecrübemizin doğruluğunun nihai garantörü olarak müracaat edilse de, o dünyadaki olaylara ilişkin açıklamada önemli hiçbir rol oynamaz. Doğadaki her olayın yeter sebebi, doğanın kendisinde bulunabilir. West "O'nun Saint Thomas, Suarez gibi skolastik selefleri, La Fleche kolejinde tanımış olduğu el kitapları, Okul'un sözcüklerini Fransızcada serbest olarak kullanışına varıncaya kadar, sorunlarıyla ve özellikle temel kavramlarıyla mevcuttular ve kendilerini duyurmaktaydılar. O, her ne kadar teologlara karşı doğal ve yalnızca insana özgü akla dayanarak felsefe yapma hakkını bir meslek olarak savunursa da, metafizik geleneği ya da katolik rönesansını gizlice yadsımak için değil, ama, yeni, tanrıcı (theiste) bir felsefeyi bütün kesinliğiyle yeniden kurarak, tanrısal aşkınlığın o sarp ölçülemezliğini yeniden canlandırarak, dinsizlerin hafifliğine ve doğalcı (naturaliste) kolaylıklara karşı Tanrı'nın tarafını tuttu.Öznellik alanını açmış olan Cogito filozofu, bugün aynı derecede, Ortaçağ'ın teolojik düşüncelerinin mirasçısı olarak gözükmektedir." Jean- Marie Beyssade, Cogito 10.Sayı "Hobbes, Leviathan'da ( 1651 ) siyaset bilimini güçlü temellere oturtmak istemiştir. Bu İngiliz filozof, bireylerin doğasından hareket etmiş, insanın doğal olarak sosyal olduğunu varsayan geleneksel düşünceyi (Helen kökenli) reddetmiş, insanların bir devlet içinde örgütlenmeden önceki doğal durumlarının savaş olduğunu göstermiştir. İnsanları barış yapmaya ve birliği ön plana çıkarmaya götüren, aklın yasasıdır. Devletin siyasal gücü, hayvanı insana dönüştürür ve sonuçta ilk barbarlık durumuna egemen olunur, sosyal dinamik sağlanır. Locke'un siyaset teorisi de aynı derecede temeldir. Doğal durum, karakteri doğal hukuk olan bir barış durumuysa, başkasının özgürlüğüne zarar vermeyi yasaklasa da bir güvensizlik halini sürdürür. İnsanlar sosyal bir anlaşma temeli üstünde bir komünote oluştururlar. Bu anlaşma bireysel özgürlüklere ve mülkiyete saygıyı yok etmemelidir. Siyasal liberalizmin kurucusu Locke, güçler ayrılığı ilkesini savunmuştur. Genel olarak, 17 yüzyılda hukuk sekülerleşmiş ve ilahi düzenden ayrılmıştır. Siyasal kavramların sekülerleşmesi bu dönemin önemli verilerinden biridir." Modern Dünyanın Yaratılması, Jaqueline Russ "Bu en yenilikçi düşünürler bile eskinin yazarlarını gayet iyi tanırlardı. Hobbes'un insanoğlu ile ilgili görüşü, Yunanca'dan çevirdiği Thukydides tarihine çok şey borçluydu. Locke'un ilk devletlerdeki yaşantıya dair iyimser görüşleri ise, alıntı yaptığı Ovidius'a ve ayrıca kitaplarını alıp incelediği modern etnograflara dayanıyordu."Yeni Dünyalar, Eski Metinler" İngiltere'de XVII. yüzyıl ortalarında Cambridge'de usa dayanılarak kurulmuş yeni bir dinsel bakış altında, modern bilimin metafizik temellerine ilişkin bir Platonculuk anlayışının geliştiğini de not edelim. Malebranche bir yandan Descartes'ın düşüncelerini geliştirip insanın anlama yetisinin ötesinde olan sonsuzun varlığının ve erişilmezliğinin altını çizerken, diğer taraftan Spinoza, sonsuzun aşkınlığını ve akılcılığını ortaya koyarak bu tema üzerine özgün bir öğreti geliştirir. “Dekartçılık her yana yayıldı. 1657'de, Descartes'ın öğretisi, Hollanda Üniversitelerinde kürsülerde açıkça öğretiliyordu. 1657-1666 yılları arasında, Latince asılları, Fransızca çevirileriyle, özellikle mektupları da katılarak, Fransa'da yayınlandı. Böylece, Dekartçılık, her ülkede ve her okumuş-yazmış çevrede ilerleyebildi. Fransa'da büyük soylular, büyük burjuvalar, serbest meslek sahipleri, büyük din tarikatları, buyur ettiler ona. Gerçek Dekartçı akademiler kuruldu; kimi şato ve prens malikânelerinde, Paris'in en güzel konaklarında, her hafta Dekartçı bilimsel konferanslar verilmeye başlandı. Markiz de Sade, Madame de Sevigne, kızı Madame de Grignan, Madame de La Fayette, La Rochefoucauld, Arnault Dekartçıdırlar; Oratoryenlerde, Benediktenlerde, Augustenlerde Dekartçılık öğretilir oldu. İngiltere'ye de geçti Dekartçılık ve Cambridge ile Oxford Üniversitelerini ele geçirdi; Cenevre'ye de girdi, İtalya'da ve Almanya'da bir çok kültür adamını fethetti. 1686'da, Fontenelle, Dünyaların Çokluğu Üstüne Konuşmalara yayınladığında, doruk noktasına varmıştı öğreti. Bununla beraber, Kilise hep karşı çıktı Descartes'a. Descartes, dini kurtarmak istemişti; oysa kurduğu sistem, din için tehlikeli oluyordu. Maddeyi uzama indirgiyordu. Öyle olunca da, Kuddas töreninde ekmekle şarabın İsa'nın etiyle kanına dönüşmesi (transsubtantiation) nasıl anlaşılacaktı? Ekmek, uzamın bir parçası olarak bir yer tutmayı sürdürürken, yine uzamın bir parçası olarak İsa'nın eti, ekmekte olabilir miydi? Tözler öğretisine göre anlaşılabilir olan bir şey, Descartes'in uzama dayanan öğretisinde mutlak olarak anlaşılmaz hale geliyordu. Descartes'ın Tanrısı, soğuk suratlı bir geometrici, sert bir mekanikçi idi; bu sistemde İsaac'ın, İbrahim'in ve Yakub'un canlı Tanrısı tanınmaz durumdaydı. Descartes, nedentanrıcılığa (deizm) götürüyordu ki, hemen hemen tanrıtanımazlık "kadar zıttı Hıristiyanlığa.” Tanilli Belçikalı Arnold Geulincx ( 1625- 1669) ve Alman Clauberg'in (1622-1 665) yapıtları, bu kartezyen hareket dönemine denk düşer. Yine bu bağlamda, Fransa'da da Arnold ve Nicole'un La Logique ou l'art de penser (1662) adlı yapıtı dışında, Geraud de Cordemoy'nın (1626- 1684) ve ayrılıkçı Benedikten Robert Desgabets'nin (1610) yapıtlarından ve sonraki dönemde Systeme de philosophie ( 1690) adlı bir yapıt kaleme alacak olan Sylvain Regis'nin konferanslanndan söz edilebilir. Oysa bu hareket sadece üniversitelerde ya da okullarda geleneksel öğretime bağlı kalanları endişelendirecek bir hareket değildi. Protestan ülkelerde de Katolik ülkelerde de özgür düşüncenin gelişmesine karşı ve de Hıristiyan öğretisinin Janseniusçuluk gibi en uzlaşmaz biçimlerine karşı kendi bağnaz tavırlarını korumak isteyen dinsel otoritelerin genel bir tepkisiyle karşılaşıyordu. Katolik ülkelerde kartezyencilik kuşkuyla yaklaşma, eucharistia sorunu üstünde yoğunlaşrnıştır: Saf res extensa olarak bedensel tözle ilgili kartezyen anlayış, ekmek görünümünü koruyan ekmeğin gerçekten İsa’nın bedeni olabilmesini (Trente Konsili'nin onayladığı dogmaya uygun olarak) açıklayamıyordu. l662'de Brüksel Papalık Büyükelçiliği, Louvain Sanatlar Fakültesi'nde öğretilen kartezyen öğretinin Katolik inancıyla bağdaşmadığını ilan etti. 20 Kasım l663'te Roma'da Descartes'ın yapıtları donec corrigantur ("düzeltilinceye kadar") kaydıyla tehlikeli bulundu ve yasaklandı. Fransa'da kraliyet yönetimi şu kararları uyguladı: 25 Haziran l667'de Descartes'ın cenazesinin Paris'e getirilmesi sırasında sarayın ölüyle ilgili söylevleri yasaklaması ve 4 Ağustos l67l'de (bazı yeni polemiklerden sonra) "kralın sözlü bir emri"yle Paris Üniversitesi'nde "yönetmeliklerle uygun görülenler ve üniversite statüsünün dışında kalan hiçbir öğreti"nin okutulmaması. Spinoza, Descartes'in ilk ilkelerle oluşturulan evrenin kesinlikle matematiksel ve mantıksal anlayışını ve Hobbes'un toplumsal sözleşme kavramını paylaşıyordu. Tanrıyı ve doğayı birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak gören bir panteistti. "Spinoza, XV. yüzyıl ve Rönesans'la başlayan büyük düşünce hareketini doruk noktasına taşır: Sonsuzu akılcı hale getiren Spinoza, Giordano Bruno'nun öğretisine nihai şeklini verir. Spinoza, Etika adlı eserinde şunları yazar: "Tanrı dediğimde bundan mutlak sonsuz bir varlığı, yani her biri ebedi ve sonsuz bir özü ifade eden sonsuz sayıdaki sıfatlardan oluşan bir tözü anlıyorum. " Böylelikle Spinoza, Etika’nın birinci bölümünün başından itibaren (Tanım VI), Doğa'nın bütününden başka bir şey olmayan ve dünyayla iç içe geçen bir Tanrı tanımı yapar. Bu bir töz, mükemmel bir varlık, sınırları olmayan ve dolayısıyla sonsuz olan bir gerçekliktir. Bu bağlamda, tamamıyla bilinebilir olan ve kendisine atfedilen anlaşılmaz niteliklerden arınan sonsuzluk düşüncesi Spinoza'da tamamıyla akılcı bir nitelik kazanır. Filozof, hakkında doğru bilgi sahibi olduğu tek ve sonsuz Doğa'dan başka bir şey olmayan Tanrı'nın ve kendisinin bilincinde değil midir? Burada Spinoza moderniteyle ve özellikle Giordano Bruno'yla başlayan, evrene sonsuzluk atfeden ve sonsuzluk düşüncesini bilginin temeli olarak gören sürecin tamamlayıcısı olur. Campo de Fiori'de yakılarak idam edilen büyük düşünürle birlikte (Bruno) artık evrenin ne bir sonu ne de sınırları vardır: Sonsuz sayıda dünyalar söz konusudur artık. Sonsuzluğu akla uygun bir kavram olarak gören Spinoza, modemitenin doğuşunda yer alan tinsel hareketi nihai noktasına ulaştırır." Avrupa Düşüncesinin Serüveni. J.Russ Burada Spinoza özelinde, 17.yy. Avrupa'sında düşüncenin yayılması ve özgürlüğü önündeki engellere biraz daha yer açalım. Her şeyden önce, Spinoza'nın yaşadığı Hollanda (Birleşik Eyaletler) liberal düşüncenin ve çoklu kültürel yaşamanın kabul gördüğü bir Avrupa ülkesiydi. Yine de bu dönemde monarşik eğilimli Oranges ailesi ile, cumhuriyetçi Regent partisi arasındaki çekişme ve gerilim politik ortama hakimdi. Doğal olarak Spinoza liberal cumhuriyetçi çevrelerin içinde yer alıyordu. Birleşik Eyaletler'in resmi dini Kalvencilik'di. Tutucu kesimler, liberal ve özgürlükçü politikalara karşı tutum içindeydi. Spinoza'nın Teolojik-Politik İnceleme'si bu yüzden yazar adı belirtilmeden, sahte basımyeri ve basımcı ismi ile yayınlandı. Derhal tepki gördü. Geniş çevrelere yayılmaması için Latince kaleme alınmıştı. Utrecht Eyaleti'nde kitap toplatıldı. Kitabın Hollanda diline çevrilmesi, Spinoza'nın ricası ile durduruldu. Liberal Jan de Witt'in öldürülmesinin ardından 1674 yılında Teolojik Politik İnceleme'nin basımı, çoğaltılması, ve satılması yasaklanır. Bu olanlardan dolayı, Spinoza 1675 yılında tamamladığı Ethica'yı yayınlatmaktan vazgeçer, yapıt ölümünü izleyen 1678 yılında yayınlanır. Düşüncenin o dönemdeki yayılma hızı bağlamında Teolojik Politik İnceleme'ye gösterilen tepkiler örnektir. Yayınlandığı yıl, Leibniz'in hocası olan Jacob Thomasius, metnin teoloji ile ilgili bölümünde Herbert von Cherbury, son 5 bölümde ise Hobbes'un etkili olduğunu öne sürer. P.Bayle'nin "erdemli tanrıtanımaz" belirlemesi 18.yy. Spinoza resmini etkiler. O dönemde "Spinoza" cı olarak nitelenmek olumsuz karşılanır. Parçalanmış Almanya coğrafyasından bir düşünüre de yer vermemiz gerekiyor. İlgi alanlarının çeşitliliği, ansiklopedik yaklaşımı, döneminin düşünce insanlarıyla kurduğu ilişkiler ve özgün düşünceleriyle Leibniz yüzyılın ikinci yarısında çok önemli bir figürdür. Bir çok kişinin üye olma gayretinde olduğu önemli kurumlara birikimi sonucu kabul edildi. 1673 yılında Kraliyet Cemiyeti üyeliğine seçildi, 1700 yılında Paris Kraliyet Bilimler Akademisi yabancı üyesi oldu ve nihayet, 1700 yılında Berlin Bilimler Akademisi kurucu başkanı olarak seçildi. Onun mektuplar yoluyla kurduğu iletişim ağının detayını göstermek haddimi aşmak olur. Yazışmaları 17.yy.ın en kapsamlı bilimsel yazışmaları olarak kabul edilmektedir.( 1100 kişiyle 17 000 mektup) Düşüncenin kültürlerarası ve sınır aşan göçünün koordinatlarını belirlemek için tek başına Leibniz'in yaptığına bakmak yeterince aydınlatıcı olacaktır. Matematiğe kalıcı katkılar yaptı. Mantık konusundaki yenilikleri ve metafizik çıkarımları da ardıllarının ilgi konusu oldu. Doğa bilimlerindeki çalışmaları ise dönemin diğer düşünürlerinin de başına geldiği gibi, bilimlerin giderek uzmanlık alanlarına bölünmesi ve gelişmesi sonucu elde edilen buluşlar sonucu yeni elde edilen bilgiler nedeniyle kalıcı izler bırakmadı. İnsanlığın uyumu bağlamında evrensel bir dil tasarlamak, hesap makinaları geliştirmek, eğrilerin alanını hesaplamak kapsamında diferansiyel ve integral hesap icat etmeye yönelik çabalar onun farklı uğraş alanlarından bazılarıydı. Leibniz bir ütopya peşindeydi, " bin yıllık insan düşüncesinin kazınıp ortaya çıkarılması gerekse sürgit zihinsel alışveriş ve konuşma yoluyla keşfedilecek hakikatin evrenselliğine ve bilginin birliğine derinden inanmıştı". M.Antonozza Burada “düşüncenin göçü” başlığıyla bağlantılı, ülkelerini terketmek zorunda kalan Fransız Protestanlarına da yer açmamız gerekiyor. “Fransız Protestanlarının oynadıkları bir aracı rol vardır ki, pek büyüktür. En önemli sığınma ülkesi de Hollanda'dır. Ulusların gelip buluştukları bir yol ağzı olan Birleşik Eyaletler'de, her ülkeden insana rastlanmaktadır: İngilizler, İskoçyalılar, Danimarkalılar, İsveçliler, Polonyalılar, Macarlar, Almanlar, oraya gitmekte, Leyde'de, Groningne'de, Utrecht'te öğrenimde bulunmaktadırlar. Fransız Protestanlarının gelişiyle de, Avrupa'nın büyük gazeteleri kurulup yayınlanmaya başlar: Pierre Bayle’nin Bilgi Cumhuriyeti Haberleri (1683 Martı), Jean le Clerc'in Evrensel ve Tarihsel Kitaplığı (1686 Ocağı), Basnage de Beauval'ın Bilginlerin Eserlerinin Tarihi (1687 Eylülü) ilk hatıra gelenler. Bu yayınlar, İngiliz devrimini hazırlayan, Hollanda'ya sığınmış İngilizleri de etkiler. Jean le Clerc, Basnage, du Bose, Jurieu, İngiliz Devrimine gerekçe olacak dinsel ve siyasal düşüncelerinin olgunlaşmasında Locke'a yardımcı olurlar; bu düşünceler, evrensel bir etki yaratacaktır sonraları. Devrimden sonra da, İngiltere'ye sığınmış Fransız Protestanları, İngiliz eserlerini çevirdiler; aydınlık, düzen, incelik, ağırbaşlılık eklediler onlara ve, bu eserler, bütün Avrupa'ya yayıldı böylece. Bu Fransızlardan Pierre Coste, Londra Krallık Derneği'nin üyesi oldu üstelik; La Bruyère'i, La Fontaine'i, Montaigne'! İngilizceye çevirtip yayınladı; ayrıca Locke'un Felsefî Deneme'sini (1700), Newton'un Optik Üstüne Deneme'sini (1704), Shaftesbury’nin Alay Üstüne Deneme'sini çevirdi. Böylece, Fransız Protestanlarının oluşturdukları bir büyük Cumhuriyet sayesinde, düşünceler alınıp veriliyor, birbirleriyle karşılaşıp karışıyor, giderek gelişip zenginleşiyordu.” Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, XVI. Ve XVII. Yüzyıllar, Server Tanilli,Cem Yayınevi Yüzyıl sonuna doğru, kartezyen felsefenin prestiji açık seçik bir biçimde gerilemiştir. Fakat bu gerilemenin nedeni sansür ya da -Fransa'da- aklın etkinliklerine pek de uygun olmayan düşünce ortamı değil, daha çok, zayıf noktaları yöntemli bir biçimde tespit eden eleştirel düşüncedir. Modern Dünyanın Yaratılması Görüldüğü gibi düşünce, 17.yüzyılda bilim ve düşünce insanlarının etkileşiminin de etkisiyle her alanda “yeni” bir bakış üretmiş, buna karşın yerleşik düşünce egemen güçlerin korumasını gerektirmiştir. Değişen bir şey yoktur, bir yanda sansürün kullanıldığı çaresiz çabalar, diğer yanda ise suyun yolunu bularak akmasıdır. "Bir çok Avrupa devletinde, kiliseyi ve hükümeti fazlaca eleştiren dergiler ve kitaplar genellikle sansür ediliyor veya yasaklanıyordu, ama bu çabalar fikirlerin yayılmasını engellemek konusunda fazla etkili olmuyordu. Bir çok dildeki felsefi ve siyasi eser, hoşgörülü Amsterdam'da veya İsviçre'de yayımlanıp aç okuyucuların okuması için ülkeye kaçak olarak sokuluyor, siyasileri veya dini otoriteleri eleştiren veya taşlayan eserler ise doğru kitapçıya fısıldanan bir çift sözle kolayca elde edilebiliyordu." Merry. E. Wiesner-Hanks Bu süreçte yeniler ve eskiler çatışması ortaya çıkar. “1687'yılından itibaren, birbirine tamamen karşıt değer ve düşüncelerin öne çıktığı şu meşhur Eskilerle Yenilerin Kavgasının temel anlamı burada yatar. İnsanlığı daima yeni şeyler öğrenen tek bir insan olarak gören "Yeniler" Pascal'ın bakış açısını benimserler. Hiçlik Üzerine Denemede Pascal şöyle diyordu : "Eskiler dediklerimiz her türlü konuda henüz yeniydiler ve insanlığın çocukluğunu oluşturuyorlardı; ve bizler onların bilgisine yüzyılların deneyimini eklediğimizden, eski insanlarda görüp saygı duyduğumuz Antikiteyi kendi içimizde bulabiliriz." 1687'de Yenilerin (Modernler) kavgası ilan edilir: Charles Perrault bir şiir üzerine değerlendirmeler yaparken, Yenilerin Eskilerden daha bilge olduklarına vurgu yapar. 1688'den 1692'ye kadar, bilimin halk diliyle anlatıldığı bir eser olan Dünyaların Çokluğu Üzerine Konuşmanın (1686) ünlü yazarı Fontenelle Eskiler ve Yeniler Üzerine adlı oldukça anlamlı bir yazıya imza atar: Olgunluğa erişen insanlık sürekli olarak ilerlemektedir, zira bilim ileriye doğru uzanan sınırsız bir yol açmaktadır. Böylelikle "bilim-ilerleme" ve "bilim-mutluluk" temalarına dair övgüler dizilmeye başlar. J.Russ “Değişken ve hareketli bir yüzyıl olan XVll. yüzyıl açıklık, kesinlik ve ölçülülüğün hakim olduğu klasik ideali zirveye taşır; fakat aynı zamanda Aufklärung düşüncesinin doğuşuna kaynaklık eden krizler ve çelişkilerle sonuçlanır. Düşünce dünyasının derinden yenilenmesiyle birlikte, kısa zamanda Aydınlanma çağı başlayacaktır.” J.Russ B.Berksan Kaynaklar: Avrupa Düşüncesinin Serüveni, Jaqueline Russ, Doğu Batı Yayınları Batı Felsefesi Tarihi (Yeni Çağ), Bertrand Russell, Bilgi Yayınevi Bilginin Toplumsal Tarihi, Peter Burke, Tarih Vakfı Yurt yayınları Descartes, Desmond De Clarke, İş Bankası Kültür Yayınları Descartes'ın Yaşamı ve Felsefesinin Gelişmesi, Geneviev Rodis-Lewis, Cogito Sayı 10, "Cogito Öyleyse Descartes " içinde John Locke, Roger Woolhouse, İş Bankası Kültür Yayınları Kimlik Bedenin Hapishanesidir, (17. Yüzyıldan Günümüze Bir İfade Özgürlüğü Çağrısı, Reyda Ergün) Leibniz, Maria Rosa Antonozza, İş Bankası Kültür Yayınları Spinoza, Bir Yaşam, Steven Nadler, İletişim Yayınları Thomas Hobbes, A.P.Martinich, İş Bankası Kültür Yayınları Yeni Dünyalar, Eski Metinler, Anthony Grafton, Kitap Yay. Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, Server Tanilli, Cem Yayınları http://bberksan.blogspot.com/p/17yuzyl.html http://bberksan.blogspot.com/p/otuzyl-savaslar.html http://bberksan.blogspot.com/p/ingiltere-17yuzyl.html http://bberksan.blogspot.com/p/hollanda.html http://bberksan.blogspot.com/p/fransa-17yuzyl.html
VaroluşçulukVaroluşçuluk 2J.P.Sartre ve Fransız VaroluşçuluğuJ.P.Sartre ve Camus Felsefelerinin Absürd (Saçma) Kavramı Açısından Değerlendirilmesi
Ön not: “Düşüncenin Göçü” dizisi bir felsefe tarihi değildir. Zaman ve mekânı dikkate alarak düşüncenin(felsefi) akışının büyük resmini göstermeye çalışmaktadır. Ayrıca “A” düşünürünün niçin “x” coğrafyasında ortaya çıktığını, düşüncenin tarihsel sosyolojik arka planına dikkat çekmeyi de hedeflemektedir. (Tarihsel arka plan için Okuma Atlası sayfalarına bağlantı verilmiştir.) Tablolardaki notlar düşünürlerin ana temalarını gösteren özetlerdir. Daha geniş bilgi için Okuma Atlası Felsefe’ye yapılan bağlantılar yararlı olabilir. Düşüncenin aktığı derin ve görece daha sığ vadilerin oluşturduğu topoğrafyanın 19.yüzyıldaki görünümünü gösterme çabasının, disiplinin dışından bakan biri için biraz da cahil cesareti gerektirdiğini belirterek başlamalıyım. Bundan önceki yüzyıllarda olduğu gibi, çalışma birçok yorumcudan yaptığım derlemelerin toplamını paylaşmak ile sınırlı olacak. Odaklandığımız Avrupa coğrafyası, 19.yüzyılda daha önce tanık olunmayan boyutta siyasal, sosyal, bilimsel-teknolojik değişimlere sahne olmuş, bu süreç de “yeni” diyebileceğimiz düşüncelere (kuşkusuz geriye doğru izini sürebileceğimiz) yol açmıştır. Başta Fransa devrimi olmak üzere, 19.yüzyıl düşüncesini etkileyen birçok olgu ile karşılaşıyoruz. Devrim sadece Fransa ile sınırlı kalmadı, birçok aşamalardan geçerek, Napolyon’un girişimiyle tüm Avrupa’yı etkiledi. 19. Yüzyılın ilk on yılları, özellikle devrimi coşkuyla karşılayan Almanya’da devrim sonrası gelişmeler, düş kırıklıklarına neden oldu. Avrupa’yı mevcut monarşik yönetimlerden özgürleştireceği umulan savaşlar, yeni despotik yapılanmalara yol açmıştı. Her şeye karşın, entelektüel çevreler devrimin rüzgârlarından gelen reformcu düşünceler ve uygulamalar kapsamında umutlu beklentilerinden vazgeçmediler. 1815’te Napolyon gitmişti, büyük güçlerin tüm eskiye dönme çabalarına karşın hiçbir şey eskisi olmayacaktı. 19.yy. Avrupa Ada’nın öncülüğünü yaptığı diğer devrim, sanayi alanında hızla yükseldi. Bilim ve teknik birlikte, eylem gücünü bu yüzyılda ortaya koydu. Kentler büyüdü, işçi sınıfı, yeni sosyal bölünmenin önemli bir unsuru oldu. Sanayi devrimi Avrupa’daki bir dizi irili ufaklı devrimler, düşüncenin göçünde kökleri eskiye giden yeni düşüncelerin ortaya çıkmasıyla paralellik gösteriyordu. 19.yy.devrimler Devrim, uluslaşma süreçlerini oldukça geç tamamlayan iki büyük güç, Almanya ve İtalya’nın yanı sıra, birçok ülkeye de ilham kaynağı olarak milliyetçi düşüncelerin dolaşıma girmesine neden oldu. 19. Yüzyılın ikinci yarısında ulus devlet öne çıkmıştı Bölünmüş İtalya, Habsburglar’ın yönetimindeki Avusturya İmp.luğu, Rus Çarlığı yüzyılın ilk yarısında düşünce topoğrafyasını biçimlendirmek anlamında çok şey vadetmiyordu. Alman coğrafyasının durumu ise farklıydı. Almanya’nın yüzyılın başındaki çok parçalı siyasi yapısı, 1815 Viyana antlaşması ile, Prusya önderliğinde toparlanma sürecine girmiş, birliğini kurması için 1870’lerin gelmesini bekliyordu. İrili ufaklı Alman devletleri; mezhepsel ayrılıkları, sosyo-kültürel farklılıkları, görece özgür ortamlarıyla entelektüel gelişmelere açık görünüyorlardı. Bağlantılarda bu özetin detaylarını görebilirsiniz. Düşünce kümelerinin farklı coğrafyalarda, farklı yönlerde gelişmesinin ve akmasının değindiğimiz arka planla doğrudan ilişkisi vardır. Biz yine, düşüncenin yayılma ortamına göz atıp, daha sonra bilim ve teknolojik gelişmelerin resmini gösterip, 18. Yüzyıl ile bağlantılı olarak göç eden “düşünce”nin ağlarına daha yakından bakmaya çalışacağız. B.Berksan “Sanayi Devrimi'nin Avrupa'da ve Avrupa-dışı dünyada yol açtığı toplumsal-siyasal dönüşümleri biraz daha açıklığa kavuşturmak amacıyla, kısaca on dokuzuncu yüzyıl genel siyasal eğilimlerine de bakmak gerek. Sanayi Devrimi ulusal girişimciler sınıflarının ortaya çıkmasına yol açtı. Bu sınıf, burjuvazi, geliştikçe zenginleşti, zenginleştikçe siyasal önemi ve yönetim üzerindeki etkisi arttı. 1830'lara gelindiğinde sanayicilerin, imalatçıların, tüccarın, serbest meslek sahiplerinin ve bürokratların çıkarlarının devlet yönetimine yansıması liberal reformların başlangıcı oldu. Burjuvazinin Batı toplum yapısının değişimi üzerindeki etkisi büyük ve şiddetliydi. Nüfus artışı, tarımla uğraşanları daha iyi iş ve daha yüksek ücret arayışıyla kentlere yöneltiyor, kentler gelişiyor, kentli nüfus ise aristokrasilere karşı orta sınıf temsilcilerinin oy temellerini oluşturuyordu. Gelişen burjuvazi, mutlak monarşi ve krallıkların en önemli müttefiki olan aristokrasilerin iktidarlarının sınırlandırılmasını ve anayasal bir hukuk sistemine tâbi kılınmasını kendi çıkarlarının serbestçe gelişmesi açısından kaçınılmaz buluyorlardı. 1830'dan başlayarak anayasal monarşiler, ifade ve inanç özgürlüğü gibi bireysel hakları, daha da önemlisi özel mülkiyetin dokunulmazlığını tanımaya başladılar. Liberaller, daha geniş bir seçmen kitlesinin desteğini kazanabilmek amacıyla zaman zaman seçme yeterliliğine temel oluşturan vergi sınırlarını aşağılara çekerek oy hakkını genişlettiler. Bu süreç, ilk olarak 1832'de İngiltere'de Reform Yasası ile başladı, 1844'e gelindiğinde oy hakkı hemen tüm erkeklere tanınmıştı. Ancak on dokuzuncu yüzyılda oy hakkı yalnızca erkeklere özgüydü, Avrupa'nın hiçbir büyük devletinde kadınlar oy hakkı mücadelelerinin sonuçlarını yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden önce elde edemediler. Ayrıca, demokratik ve sosyal reformlar Londra, Paris, Viyana, Budapeşte, Roma, Milano, Prag, Berlin gibi nüfusu 100.000'i aşan büyük kentlerle sınırlı kaldı, köylü kitlelerine ve kentlerdeki alt sınıflara ulaşamadı. Yüzyılın başında ekonomik, siyasal ve toplumsal bir konuma sahip bulunmayan işçi sınıfı da ancak yüzyılın ortalarından sonra oy hakkının genişlemesiyle söz sahibi oldukları sendikaları ve meclislere seçip gönderdikleri temsilcileri aracılığıyla Batı Avrupa hükümetlerini sosyal reform kavramını gündeme getirmeye zorladılar. Sanayi Devrimi'nin teknik uygarlığının yalnızca sanayide ve genel olarak ekonominin tümünde değil, aynı zamanda bireylerin günlük toplumsal yaşamlarında yarattığı büyük etkiyi tahmin etmek güç olmasa gerek.” Üniversiteler ve eğitim kurumları Alman Üniversite reformu Önceki yüzyılda, geleneksel, teoloji eğitimli hocaların yönetimlerindeki üniversitelere seçenek oluşturan, bilim akademilerinden söz etmiştik. Bu yüzyılda Almanya’nın öncülüğünde (aşağıda daha detaylı göreceğiz) başlangıçta felsefe fakültelerinin egemen olduğu, yeni araştırma üniversitelerinin oluşturulduğunu görmekteyiz. Bu sürecin model örneği 1810’da kurulan Berlin Üniversitesi’dir. Daha 1737 yılında kurulan Göttingen Üniversitesi de, teoloji fakültesinin önemini azaltarak, dil çalışmalarını öne çıkararak, Latince’nin yerine Almanca ‘yı geçirerek öncü bir rol oynamıştır. İngiltere’deki değişim daha geç gerçekleşti. İngiltere’de liberal parlamentolar tarafından çıkarılan yasalarla (1854-56/1872) Alman modeli, araştırma odaklı kürsülerin yer aldığı üniversiteler kuruldu. “Almanya veya Fransa’nın aksine, İngiltere’de çok sayıda dini hizip arasındaki çıkmaz, hiç birinin arzu etmediği fiili bir sekülerleşmeyi getirmiştir. Çok sayıda kolej, iki önemli üniversitenin varlığını dengelemiş, başta felsefe, klasikler ve tarih olmak üzere çok sayıda kolej konumunun bulunduğu yerlerde, Oxbridge tarzı akademisyenlik hızla gelişmiştir. “ R.Collins “İngiltere'ye gelince, dinin etkisi altında kalan üniversitelerle birlikte daha ziyade duraklama dönemine girmiş gibi görünür. Bununla birlikte öğretim yöntemlerinin modernizasyonu gerçekleşme yoluna girer ve özellikle matematik alanında İngiliz araştırmacılığı ağırlıklı bir rol oynayacaktır.” Russ 19.yüzyıl başındaki eğitim ortamı için J.S.Mill’in konumu iyi bir örnektir. O hiç okula gitmedi. Babasının gözetiminde evde eğitildi. “James Mill'in zamanında büyük üniversiteler hala Anglikan Kilisesi'nin kontrolündeydi ve bunlar ortodoks öğretide direniyor, büyük ölçüde de öğrencileri dinsel kariyere hazırlama üzerinde yoğunlaşıyordu. James Mill'in kendi deneyimi de böyleydi. Üniversiteye gitmiş olan Bentham öğrencilerden istenen dini yemini kabul ederek doğruluktan sapmış olmasına hayıflanırdı. Meslek öncesi birçok eğitim hala çıraklık aracılığıyla yapılıyordu. Yüksek öğretimde bilim hala egemen konuma gelememişti.” Nicholas Capaldi İtalya’da ulusalcılar, Alman eğitim yasalarını model alan merkezi okul sistemini birleşmeden sonra kurabilmiştir. “İsveç üniversitelerinde idealizm, Alman reformlarına paralel olan reformlara eşlik etmiştir: 1809’un anayasal monarşisinde, daha önce yüksek soyluların tekelinde bulunan devlet makamları, üniversite sınavları aracılığıyla “nitelikli” adaylara açılmıştır.” R.Collins Felsefi düşüncenin üretimi ve yayılması bağlamında Fransa’nın konumu oldukça farklıdır. Devrimden önce, Fransa’da eğitim Katolik sistemin kontrolü altındaydı. ( Askeri teknik okullar bu sistemin dışındaydı) Yüksekokullarda profesörlerden araştırmacılık beklenmiyordu. Napolyon döneminde getirilen eğitim sistemi ile de Katolik sistemin reformasyonuna dayalı olarak sistem devam etmiştir. “ Alman üniversitelerinin aksine, yüksek okullardaki profesörlerin bağımsız araştırma yapması beklenmemiştir; bu esasen eski Bilim, Yazıtlar ve Edebi Eserler, Güzel Sanatlar Akademilerini yeniden inşa eden Institut France’ın üyelerine tanınan bir ayrıcalık olarak kalmıştır. Ahlak ve Siyaset Bilimi Enstitüsü’nün bir bölümü, 1795’ten 1803’e kadar varlığını sürdürmüş ama üyelerinin kendine muhalefet etmesi nedeniyle Napolyon tarafından baskı altına alınmıştır.” R.Collins III.Napolyon’un diktatörlüğünde, tarih ve felsefe diplomaları 1854’te kaldırılmış ve Orta Çağ’ a ait trivium ve quadrivium üniversite müfredatına yeniden girmiştir. Katoliklik ve sekülerlik eğitim alanında daha sonra da gerilimini sürdürmüştür. “XVll. yüzyılın ikinci yarısında ve XVIII. yüzyılda ortaya çıkan bilimsel topluluklar, İsviçre Doğal Bilimler Topluluğu ( 1815) ve British Association lor the Advencement of Sciences (1831 ) ile birlikte yaygınlaşmaya ve gelişmeye devam ederler. Ayrıca, bilimsel toplulukların artmasıyla birlikte birçok ülkede bilim dergileri yayımlanmaya başlar.” Russ “1795 yılında Politeknik Okulu Bülteni, 1835 yılında Paris Bilimler Akademisi Haftalık Raporlar, 1836'da Soyut ve Uygulamalı Matematik Bülteni, 1849' da, Journal of the Chemical Society of London yayın hayatına başlar. Bir süre sonra, 1853 yılından itibaren, Uluslararası Kongrelerin sayısı giderek artacaktır. Kısacası, büyük bir bilimsel iletişim hareketi gündemdedir.” Russ Bilimsel gelişmeler Bilimsel gelişmelerl keşifler, yöntemler ve ölçeklerdeki ilerlemeler öyle hızlıydı ki katlanarak artan bir büyüme söz konusuydu. Avrupa'nın genel tarihi öyküsünün bir parçası olarak, tüm bu gelişmeler içinde üç konu ağırlıklı öneme sahiptir. Bunların birincisi psikolojik ve kültüreldi. Kamuoyunda bilimin saygınlığı ve buna bağlı olarak bilimsel faaliyetleri yerine getirenlerin kendine güveni artmıştı. Bir diğeri, bizzat o zamana dek sağlanan başarılarla yapılanların hızlanan ve çeşitli alanlara yönelen doğasıydı. Üçüncüsüyse, bilimle uğraşmayan insanların yaşamı üzerinde bilimin yarattığı etkiydi.. “J.M.Roberts, Avrupa Tarihi XIX. yüzyılın ilk yarısında bilimin üzerine kurulu olduğu temel ilke determinizmdir; Fransız matematikçi ve fizikçi Pierre-Simon de Laplace'ın ( 1749 - 1827) çarpıcı bir biçimde ifade ettiği evrensel ve mutlak determinizmdir. Analitik Olasılıklar Teorisinin ikinci baskısı için yazılan ve Olasılıklar Üzerine Felsefi Deneme başlığını taşıyan giriş bölümü, olasılıklar hesabıyla ilgili genel ilkeleri ortaya koyar. Denemenin başında Laplace, 1850'li yıllara kadar bilimsel düşünceye hâkim olan mutlak determinizm ilkesini öne çıkarır. Eğer bir problemle ilgili bütün veriler bilinebilirse, belli bir tahminde bulunmak mümkün hale gelir: “Manzara 19. yüzyılda ciddi ölçüde değişmişti ve 1900 yılında fiziksel evren artık çok farklı görünüyordu. Fizikte bir devrim yaşanmıştı. Kimya tek bir dal olmaktan ziyade çeşitli bilim dallarını bir araya getiren bir bütün haline gelmişti. Canlı varlıklar üzerinde uygulandığı alanlar büyük bir coşkuyla inceleniyordu. Avusturyalı keşiş Gregor Mendel'in melezleme deneyleri sonucu ortaya yeni bir bilim dalı olan genetik çıkmıştı (bu bilim dalının adı olmamakla birlikte, "gen" kelimesi daha 1909'da icat edilmişti). Bu sırada biyolojide ileri sürülen bir hipotezin çok yaygın bir alanda uygulama olasılığı bulunduğundan, Newton'un iki yüzyıl önceki fikirleri kadar önemli olduğunu herkes kabul edebilirdi.” Basım teknolojisi Kitapların (dolayısıyla düşüncenin) daha nitelikli ve daha hızlı basılmasında basım teknolojisinin rolünden daha önceki dönemlerde söz etmiştik. 19.yüzyılda bu alandaki gelişmeler baş döndürücüdür. “Batı’nın kitabı, gazeteyi ve resmi yayma konusunda gerçekleştirdiği ilerlemeler, hiç de daha az göz alıcı değildir. Keten ve kenevir liflerinden -belli bir teknikle- yapılan kâğıt kullanılır. Harfler, döküm kalıbıyla ve elle elde edilir. Matbaa mürekkebi daha iyi hale getirilir; bir tek biçimi sonsuz biçimde üretme olanağını sağlayan klişe tekniği ilerler ve Lord Stanhope - bir örneği daha gösterilemeyecek yetkinlikte - bir matris elde eder. Aynı adam, Gutenberg’in baskı makinesini fersah fersah gerilerde bırakan bir madeni baskı makinesi bulur; 1810’da onun yerini, Anglosakson Koenig’le Londralı basımcı Bensley’in buldukları bir başka makine alır. 29 Kasım 1814’te, ilk kez olarak, Londra’nın ünlü bir gazetesi, buhar gücünün harekete geçirdiği bir makinede basılır. Koenig, çok geçmeden iki turlu bir baskı makinesi bulurken, Rousselet de, 1837’de tepkili baskı makinesini yapacaktır. Bununla beraber dizilen forma masa üzerine düz konuluyordu hep; onu bir silindirin üzerine bağlayabilmek için 1846’yı beklemek gerekecektir; işte, bu silindir biçimindeki forma geleceğin rotatifine giden yolu açacaktır. 1814’te saatte 1.100 sayfa basılırken, bu tarihlerde 8.000’e çıkar bu sayı: Geniş dağılımlı gazete çağı başlamıştır.” Tanilli Sansür Görece özgürlükçü yaklaşılan bölgeler olmakla beraber, egemenler düşünceyi kontrol etmek için gerekeni yapmışlardır. Düşünürlerin gönülsüz göçlerinde sansür ve baskılar önemli bir etkendir. Birkaç örnekle yetinelim. “Kotzebue'nün öldürülmesinden sonra Avusturya Prensi Clemens Wenzel Lother Metternich gibi siyasi gericiler, soyluların devrim korkusunu statükoyu tehdit eden bir reforma muhalefete dönüştürmek için bu suikasttan faydalandılar. Prusya Kralı III. Friedrich Wilhelm de dahil olmak üzere Alman yöneticiler, 6 ile 31 Ağustos 1814 tarihleri arasında Karslbad'da buluşarak, reformları feshetmek için düzenlenmiş bir dizi baskıcı siyasi önlemler içeren "Karlsbad Fermanları"nı çıkardılar. Karlsbad Fermanları'na göre kurulu sosyal düzene karşı bir tehdit oluşturan herhangi bir Alman üniversite üyesi azledilebiliyordu. "Demagog" olarak adlandırılan kişiler bütün Alman üniversitelerinden uzaklaştırıldılar. Bu Fermanlarda ayrıca, Alman Konfederasyonu dahilinde basılan her şeyi kontrol eden, huzur bozucu güçleri ortaya çıkarmaktan sorumlu, görev yeri Mainz olan bir sansür kurulu oluşturulmuştu.” Cartwright ….. Feuerbach, 1830 yılında okuyucuyla buluşan,” Ölüm ve Ölümsüzlük Üzerine Düşünceler” kitabıyla şimşekleri üzerine çekti. Kitaba adını yazdırmamasına rağmen, polis soruşturması Ludwig Feuerbach’ı açığa çıkardı, eseri yasaklandı, filozofun akademik hayatı ise noktalandı. Marx’ın zorunlu göçünde de sansürün ve sistem baskısının önemli rolü vardır. Düşünenlerin ülkelerinden uzak yaşamak zorunda kalması her dönemin sorunu olmuştur. Düşünce 18. yüzyıldan geçiş için, Romantik düşüncenin etkisi üzerinde durmak bize yol gösterici olabilir. Modernitenin giderek egemenliğini artırdığı, bilimci bakış açısının kapitalist uygarlığın ilerlemeci yanıyla örtüştüğü, kentleşmenin artan ivmesi sonucu ortaya çıkan olumsuz manzara, bazı zihinlerin bu yeni ortama yabancılık duymasına yol açmıştı. Kapitalizmin “zamansız” ilerleme ve büyümeye dayalı işleyişi geçmiş özlemini daha da arttırıyordu. Dünyanın büyüsü kayboluyordu. Yalıtılmış birey, yalnızlık duygusu içinde yaşıyordu. “On sekizinci yüzyıldan itibaren Avrupalı düşünürler ve o zamanki okurları, “Hissediyorum, o halde kesinliğe sahibim” demeye başladılar. Bu görkemli değişimin sonuçları muazzamdı. Felsefede, teolojide, sanatta, müzikte, psikolojide, edebiyatta, eleştiride ve toplumsal kuramdaki yön değişimleri de bunlara dahildi. Birçok insan dış dünyadaki hakikatler yerine iç dünyasındaki gizli gerçekleri keşfetmek için çabalamaya sevk eden işte bu yön değişimiydi.” Frank M. Turner “18.yüzyıl sonu romantizmi Aydınlanma anlayışının çeşitli ideolojik veçhelerine, özellikle de insan özlemlerini bencil hesaplara indirgeyen yaşamın yeni “şeyleşmesi”ne sıkı sıkıya bağlı yanlarına karşı bir itirazdır.” “Doğruluğun en gerçeğe yakın belirleyiciliğinde, içsel ve öznel duyguların, deneyimlerin ortaya çıkışı, romantik düşüncenin idealizmle buluştuğu bir ortamda gerçekleşti. Birçok insanı dış dünyadaki hakikatler yerine, iç dünyadaki gizli gerçekleri keşfetmek için çalışmaya sevk eden işte bu yön değişimiydi”. Aşağıda ismi geçen birçok düşünürün ve Romantik yazın insanlarının bir araya geldiği Jena’ ya yakından bakalım. Bu küçük şehir Jena savaşına kadar düşünce tarihinde önemli roller oynayan devlerin buluştuğu bir yer olmuştu. “18.yüzyıl sonu romantizmi Aydınlanma anlayışının çeşitli ideolojik veçhelerine, özellikle de insan özlemlerini bencil hesaplara indirgeyen yaşamın yeni “şeyleşmesi”ne sıkı sıkıya bağlı yanlarına karşı bir itirazdır.” “Doğruluğun en gerçeğe yakın belirleyiciliğinde, içsel ve öznel duyguların, deneyimlerin ortaya çıkışı, romantik düşüncenin idealizmle buluştuğu bir ortamda gerçekleşti. Birçok insanı dış dünyadaki hakikatler yerine, iç dünyadaki gizli gerçekleri keşfetmek için çalışmaya sevk eden işte bu yön değişimiydi”. Tam burada Kant’ın konumu belirleyicidir. “Kant insan aklını Anlama Yetisi ve Akıl olarak ikiye ayırmıştı. Anlama yetisi duyusal insan deneyimi ya da fenomenlere yönelirken Akıl ise numenlere ya da transendental alana dönüktür. Bundan başka, Kant, ding an sich ya da “kendinde şey” dediği, duyuların nüfuz edemediği bir numen dünyasının mevcudiyetini de varsaymıştı. Kant’tan sonraki iki nesil boyunca Alman filozofları Kantçı felsefe tarafından tıkıldıklarına inandıkları hapishaneden çıkış yollarını bulmaya çabaladılar. Kant’ın onları insan doğası ile fiziksel doğanın çıkışsız şekilde ayrıştığı bir duruma mahkûm ettiklerine inanıyorlardı. Numen dünyasında insanlar özgürdü, ama fenomen dünyasında belirlenimci doğa yasalarına tabiydiler. Ayrıca Kant, insan aklını görünüşlerin ötesine geçip gerçekliğin kendisine nüfuz edemez durumda bırakmıştı.” Frank.M.Turner “Hatırlayalım. “Kant hem ampirizmin ve hem de rasyonalizmin vukuflarını (bilmelerini) bir araya getirme çabası verir. O, rasyonalistlerle bizim a priori olarak bilebileceğimiz önemli doğrular olduğu konusunda uyuşur, fakat bu tür bir bilginin imkânı için, rasyonalizm tarafından sağlanan herhangi bir açıklamadan, daha uygun bir açıklama sağlamanın yollarını arar. O, ampiristlerle de bilgimizin büyük bir bölümünün tecrübeye (deneye) dayandığı hususunda uyuşur, ama Kant'a göre, ampiristler, zihnin duyum ya da ‘sezgi’ den aldığı ampirik ‘içeriğe’ yaptığı ‘formel’ katkıyı göz ardı ederler. Biz bilgimizin tikel içerikleri için her ne kadar tecrübeye, ‘alırlığa’ veya sezgiye dayansak da, söz konusu tecrübenin yapısı ya da formu insan zihni veya insanın ‘anlama yetisi’ tarafından sağlanır. Bir dış dünyaya ilişkin tecrübe, zihin tarafından sağlanan form olmadan, hiçbir şekilde mümkün olamaz. Başka bir deyişle, Kant'a göre hem ampiristlerin ve hem de rasyonalistlerin görüşleri aynı şekilde tek yanlıdır.” D.West “18. yüzyılın son yıllarında Kant hala hayatta ve aktif durumdayken düzinelerce genç filozof, onun gerçek varisinin kim olacağı konusunda kavga ediyordu. Bunların arasında öne çıkanlar, Johann Fichte (1762-1814) ve Hegel'in okul arkadaşı Friedrich Schelling (1775-1854) idi. İkisi de Kant'ın gölgesi altında isim yaparak, "Kant sistemini tamamlamaya" çalışıyordu. "Sistem" düşüncesi, birleşmiş ve her şeyi kapsayan bir felsefe "bilimi" sağlama arzusunda olan Kant'tan geliyordu. Fichte, Schelling ve Kant'a büyük hayranlık besleyen bazı filozoflara göre Kant, bu işi başaramamıştı. Çok görkemli ve şaşırtıcı olsa da parçalı bir felsefe bırakmış, insan deneyiminin birliğini ortaya koymayı başaramamıştı. Özellikle kendi bilgi anlayışı ile ahlak teorisi arasında büyük bir açık yaratmış ve insan zihnini bu ikisi arasında parçalanmış gibi bırakmıştı.” Robert C.Solomon 19. yüzyılın felsefi ve toplumsal kuramlarını (özellikle de Almanlarınkini) bir çizgide topladığımızda, bir ucunda Hegelci düşünce görünür ki bu, felsefenin entelektüel hegemonyası ile felsefi sorgu ve eleştirilere maruz kalmamış ampirik verilere güvensizliğe işaret eder; diğer ucunda da pozitivistler görünür ve bu da bilimsel yöntemlerin önceliği ile ampirik yöntemlerin bilimsel formunu öngörür. Sperber “Almanya'da felsefe, yeni bir keskin virajı almaya başlamış, tam zıt yönlere doğru yönelmişti; zamanın en beğenilen metaforuyla söylemek gerekirse felsefe bir kez daha altüst oluyordu. Fransa ve İngiltere’deki Aydınlanma'nın zaman zaman kaba olan materyalizmine karşı Alman filozofların hemen hemen hepsi ya idealist ya da romantik haline gelmişlerdi. Hobbesçular, Newtoncular ve Fransız fizikçiler hareketten konuşurken, Almanlar tinsellik üzerinde ısrar ediyorlardı. (Kuşkusuz aralarında Newton ve Hobbes'un da yer aldığı Fransız ve İngiliz filozofların çoğu da tinsellik ve dinin önemini vurguluyordu ancak bu filozofların hasımları her zaman "diğer taraf'ı basitleştiriyorlardı.)” 1831'de Hegel'in ölümünün ardından, Feuerbach'ın yeni radikal materyalizmiyle birleşen Hegel felsefesi Feuerbach'ın Hegel "diyalektiği" yorumunu bir tarih ve siyasi mücadele anlayışı olarak yorumlayan siyasi yönden isyancı öğrenci kuşağına büyük bir esin sağladı. Bu genç materyalist Hegelcilerden en ünlüsü olan Karl Marx (1818-1883) kariyerine romantik bir şair ve polemikçi bir gazete yazan olarak başladı. Daha sonra Hegel'in diyalektiğini iktisadi ağırlıklı bir teoriye dönüştürdü. Hegel'in Dünya Tini'nin yerine üretim güçlerini “koydu. Birbirleriyle çatışan düşünceler yerine de rekabet halindeki toplumsal-ekonomik sınıfları geçirdi. C.Solomon 19. yüzyılda “tarih” felsefece düşünmenin ilgi alanına giren bir dönem oldu. Tarih bilimi, filoloji ve arkeolojideki gelişmeler, jeolojik araştırmalar, evrimci yaklaşım, romantik bakış açısı v.d. tarihsel süreçlerin düşünme zemininde dikkate alınması ile sonuçlandı. Zamanın tini gerçekliğin adeta bileşeni oldu. Hermeneutik (yorumbilgisi) anlamayı öne çıkaran tutumuyla bu yaklaşımın ana damarlarından biriydi. “İngiltere'de Sanayi Devrimi, yeni yüzyıl boyunca devam etmişti. Ticaret artmış ve o zamana kadar dünyada önemsiz bir güç olan tüketim artışı dünyayı değiştirmeye başlamıştı. Kişisel tatmine yapılan yeni vurgu, doğal olarak yeni bir felsefeyi, kişisel mutluluğun en yükseğe çıkartılmasının nihai amaç olduğu bir felsefeyi gündeme getirdi. Bu felsefeye yararcılık/faydacılık (utilitarizm) deniyordu.” C.Solomon Napolyon sonrasında Viyana Kongresinin aristokrasiyi yeniden güçlendirme çabalarına bir tepki olarak, yükselen orta sınıfların liberal düşünceyi savunmaları ve geliştirmelerini de vurgulamalıyız. (Ekonomide serbestlik, oy hakkının tabana yayılması v.d.) Burada ileride değineceğimiz “yalnız kurtlar” ın adını anarak geçelim, Schopenhauer, Nietzsche ve Kierkegaard. Bu düşünürlerin daha sonraki yüzyılda belirleyici etkileri olduğunu biliyoruz. Yukarıda yer verdiğimiz Kant bağlamındaki yorumlardan sonra, Kant düşüncesinden ilham alan ve aynı zamanda onu eleştiren “idealizm”e daha yakından bakabiliriz. İdealizm “Saf aklın ve Pratik aklın eleştirisinden çok Yargı Gücünün Eleştirisi, Kant'ın tilmizleri (öğrencileri) arasında en sivrilmişinin gideceği yolu açmış oluyordu. Onlar, burada, yalnız üstadın diğer yazılarına yabancı olan panteizme doğru genel bir eğilim değil, fakat biraz sıkıştırılınca zorunlu olarak oraya varması gereken teoriler buluyorlardı. Onun yüce hakkındaki teorisinden, içkin gayesiciliğinden ve özellikle eşyanın doğrudan doğruya ve tam bir sezgisini elde etmeye muktedir bir zekâ hipotezinden söz etmek istiyoruz. Birincisiyle insanı bir Tanrı insan yapıyordu; ikincisiyle yaratma fikri yerine evrim fikrini koyuyordu, üçüncüsü ile, doğrudan doğruya olmamakla beraber, dogmatik rasyonalizme tehlikeli bir tavizde bulunuyordu; entelektüel sezgi'yi şüphesiz, insan zekâsına vermiyordu; ama onu genellikle zekâya vermezlik de etmiyordu ve Schelling, entelektüel sezgiyi felsefi metot haline getirmek için, kantçı hipotezi genelleştirmekle yetindi. Kantçılıkla, Fichte'nin, Schelling'in, Hegel'in sistemlerinin ondan çıkışı işte bu şekildedir. Bu üç felsefe, daha doğrusu aynı bir doktrinin bu üç safhası, kritisizmden (eleştiricilik) gelmekle beraber, tercihan Kant'ın «yasak meyva» dediği şeyle, yani mutlakla uğraştıkları için, ona karşı reaksiyonda bulunuyorlar. Ortak amaçları eski metafiziği yeniden kurmak, ama onu kritisizmin temeli üzerine kurmaktır; aşağı yukarı Devrim kasırgasından doğan hükümdarlıkların, geçmişi 1789 prensiplerinin temeli üzerinde yeniden kurmaları gibi. Kant ve ilk safhasında Fichte, Devrim'in filozoflarıdır; Schelling ve Hegel, Restorasyon filozoflarıdır.“ Weber İngiltere Alman felsefesinin tamamen profesyonelleştiği 1850'li yıllarda, felsefe İngiltere ve Fransa' da bu doğrultuya yeni yeni girmeye başlamıştı. Fransız üniversite sisteminin, kayda değer her filozofun eninde sonunda gideceği yer olarak Paris' te yoğunlaşması, bugün bile devam eden bir olgudur. Britanya' da İskoç felsefesi Hamilton'un 1856 yılındaki ölümüyle birlikte önemli ölçüde güçten düşmüş bile olsa, temel öğretileri, H. L. Mansel tarafından Oxford' un tarzına ve profesyonelizmine uygun bir yapı içinde devam ettirilmiştir. Mansell'in 1871 yılındaki ölümünün ardından, (her ne kadar orada da McTaggart, Ward gibi idealistler de bulunmuş olsa bile) Cambridge istisnasıyla, İngiltere'nin geri kalanında Bradley ve Bosanquet'in idealist felsefesi büyük bir hızla yayıldı. Fakat Cambridge' teki bu idealist filozoflar, yerlerini çok kısa bir süre içinde, yani 1903 yılından itibaren Moore ve Russell gibi realistlere bıraktılar. Fichte “Fichte ile Spinoza'yı karşılaştıran birçok modern yoruma göre de Spinoza ile Fichte' nin sistemleri ontoloji açısından iki uç görüşü temsil eder; Spinoza' da öznel bilinç tözde yok olurken, Fichte'de nesnel dünya Ben-bilincinin içinde erir.” Cevizci “Fichte'nin başlangıç olarak etkinliği alması, Ben ve DeğilBen, bilinç ile duyulur dünya arasında kurduğu diyalektik ilişki, sonradan genç Marx 'ın dikkatini çekecek ve onun 1836' da babasına yazdığı bir mektupta Fichte'nin metinlerinin kendi felsefi görüşü üzerinde büyük bir etkisi olduğunu söylemesine yol açacaktır. Hegel, Fichte'nin "Ben" görüşü izlendiğinde, "ne insani ne ilahi ne pagan ne de kutsal hiçbir Şeyin kalmayacağını" savunuyordu. Fichte'nin "ironi"si Alman Romantik Okulunun edebi tarzının biçimlenmesinde belirleyici olmuş, özellikle de F. von Schlegel, Solger ve Tieck'in, Hegel'in Estetik Dersleri'nde "ironik-sanatsal" diye adlandıracağı bir hayat tarzını edebiyatta temsil etmelerine neden olmuştur.” Cevizci “Fichte'nin kariyerinin ilk dönemlerinde Kant' tan etkilendiği, "Pratik Aklın Eleştirisi'ni okuduğumdan beri yeni bir dünyada yaşıyorum" demesine yol açan nokta, duyulur dünyanın zorunlu nedenselliği dışında zihnin özgür bir nedensellik zinciri kurmasının mümkün olduğunu söylemesiydi. “Fichte'nin, Kantçı felsefeyi karanlık ama bir o kadar da güçlü ve oldukça orijinal bir şekilde geliştirmesi ve "verili" olana dair bütün dayanaktan uzaklaşılması, Aydınlanma düşüncesi gibi görünen şeyi bir anda bambaşka bir şeye çevirdi: Özgürlüğün Romantik keşfine ve kutsanmasına.” Pinkart “Fichte'nin tamamıyla koşulsuz olan temel ilkesi "Ben'in [Ich], kendi varlığını mutlak olarak konumlandırmakla başlar" der. Yani benlik ya da ben, kendisinin bilincine vardığı eylem sırasında kendisini özbilinç olarak yapılandırır. Bu kendini konumlandırma bir gerçeklik/eylemliliktir [Tathandlung] ; özbilinci oluşturan şey bu olduğu için, Fichte'nin temel ilkesi aynı zamanda hem teorik hem de pratiktir. Dahası, öznenin kendisini oluşturan şey kendi eylemi olduğu için, otonomi ya da kendi kaderini tayin etme Fichte'nin sisteminin temelinde yer alır. İkinci ilke ise, 'ben'in bir 'ben-olmayan' yaratmasıdır. Bu eylem 'ben'in eylemleri için gereken alanı oluşturur, ancak aynı zamanda 'ben'i sınırlandıran ilke de budur. Bu ilke, Bilen (ben) ve Bilinen (ben-olmayan), yani özne ile nesne arasında bir ayrım ortaya koyarak bilgi için gerekli koşulları oluşturur. Bu ilke aynı zamanda, algılayandan bağımsız ve dışsal olarak var olan nesnelerin varlığını kabul eden sağduyulu gerçekçilik hakkında da açıklama getirme eğilimindedir. Doğal olarak, bu "nesneler" 'ben'in ürünleri olduklarından, Fichte idealizmi devam ettirir. Fichte'nin, muhtemelen en karmaşık ve en problemli olan üçüncü ilkesi, "benlik içinde 'ben', bölünebilir bir 'ben-olmayan'ı bölünebilir benliğe karşıt olarak konumlandırır." Yani, 'ben', sınırlı bir 'ben-olmayan'a karşı sınırlı bir 'ben' konumlandırır, çünkü verili olarak kendisinden başka bir şeye, kendisi tarafından konumlandırılmamış bir şeye gereksinim duyar. Dolayısıyla 'ben' kendisini bir çelişki içinde bulur, bu katlanılamaz durum, 'ben'in, 'ben-olmayan'ın salt bir veri olmadığını, ancak özbilincin gereği olarak ortaya çıktığını gösterip bu çelişkinin üstesinden gelebilmek için çaba sarf etmesine yol açar. Bu üçüncü ilke Mutlak 'ben'le Sonsuz 'ben'ler, yani insanlar arasında bir ayrım yapılmasını teşvik eder.” Cartwright Schelling “Schelling, Kant’ın üçüncü Kritik’inden yola çıkar. Temel konular, güzellik ve amaçlılık. Sistemin en yüksek aşaması, Kant’ın üçüncü Kritik’i olarak görülür. Özgürlük ve zorunluluk arasındaki birliği yeniden kuracak olan buluşma yeri, estetik. Bilincin ve bilinçsizin birlik noktası. Kendiliğindenliğin ve alıcılığın bir oldukları nokta. Öznellik iki dünyaya ayrışır. Bir yanda, bilinçsiz doğa dünyası; diğer yanda, bilinçli ahlaksal eylem alanı ve tarih dünyası. Doğanın varlık hiyerarşisi birincinin ikinciye doğru olan yönelimini; tarih ise ikincinin birinciye doğru olan gelişimini sergiler. Schelling’te gördüğümüz, Romantik şiirsel doğa görüşünün felsefi bir anlatımıdır. “ E.Ali Kılıçarslan Kabaca 1794'ten 1800'e kadarki süreçte, Schelling hızlı bir gelişim ' dönemini yaşadı. Spinozacı olarak başladıktan kısa süre sonra Fichteci oldu. Pinkart Tıpkı Fichte'nin Kant'ı radikalleştirmesi gibi, Schelling de Fichte'yi radikalleştirdi. Fichte, "ben"in, kendi edimini açıklamak için nasıl zorunlu olarak "ben-olmayan"ı koyması gerektirdiğini açıklamıştı; ama Schelling'e göre Fichte'nin "ben"i, başka bir şey tarafından koşullanmıştı. Asıl sorun, Fichte' nin kendi düşüncesinde bile, kendini koyma edimlerimizde "koşulsuz" olanın durumudur. Schelling, koşulsuz bütünlüğü önce "mutlak ben," daha sonra da sadece "varlık" olarak adlandırmıştır. Yine Schelling, Fichte'nin "zihinsel sezgi" kavramını radikalleştirerek, "mutlak ben"in tam ve koşulsuz özgürlüğünün kavranışının, söylemsel olmayan bir "zihinsel sezgi" olduğunu iddia eder. Buna göre "sonlu 'ben'in nihai amacı, sonlu olmayanla özdeşleşmeye doğru ilerleme olduğuna göre, bütün ilerlemenin nihai hedefinin kişinin sonsuzluğa, yani kendi yok oluşuna doğru genişlemesi olarak da düşünülebileceği" sonucuna varır. Fichte'nin, "verili" olan hiçbir şeye dayanmamaya dair " sonsuz görevi" bir anda çok daha dinsel, hatta varoluşsal ve Romantik bir hal almıştır. Pinkart Fichte gibi Schelling de Kant'ın "yapı" kavramını izledi. Aslında onun tüm felsefesi yaşlı idealistin gitmek isteyeceğinden çok daha ileriye gitmişti. (Fichte gibi) Schelling'e göre de bir anlamda dünyamızı gerçekten yaratıyorduk ancak bunu bireyler olarak yapmıyorduk; bu, durumu daha makul ama aynı zamanda daha karmaşık hale getiriyordu. Tam tersine, hepimiz birlikte, birleşmiş "irade" ya da "tin" olarak bu dünyayı yaratıyoruz. Schelling, ihtiyatlı bir biçimde bu birleşik yaratıcıyı Tanrı'yla özdeşleştiriyordu. (Romantik filozoflar bu öneriyi sevmişler ve Schelling'i kendi felsefi idolleri olarak benimsemişlerdi.) Robert C.Solomon Hölderlin, "özne" ve "nesne" ayrımının, kendisinin (Spinoza ve Jacobi'yi takiben) "varlık" olarak nitelendirdiği daha derin bir birliğin ifadesi olduğunu öne sürer. Hölderlin'in versiyonuna göre, "özne" ve "nesne"nin ilişkisi olarak "bilinç" bizzat bir temel olamaz; kendisi, daha temel başka bir birlikten türemiş olmalıdır. Bu, bizim tarafımızdan daha temel bir şeyin kavrayışı olarak, bütün tikel yönelimlerimizden önce, bizi genel olarak yönlendiren bir şey olmalıdır. Herhangi bir şey üstüne düşünmeden önce, düşünmeye kılavuz olan ve düşünmenin kendisi tarafından oluşturulmayan belirli koşullara çoktan yönelmiş olmamız gerekir; kendisinden yola çıkarak yönümüzü bulduğumuz bilincimizdeki bu temel duruş noktası, "bir" dir, yani "varlık"tır. Pinkart Schleihermacher “Hermeneutiği (Yorumbilgisi) felsefi alana taşıyan Schleiermacher olmuştur. Ancak onun yaptığı, “felsefi hermeneutik”ten çok felsefi hermeneutiğin bir önbiçimi olan “tarihsel hermeneutik”tir. Hermeneutiğin tarihi ele almada kullanılmaya başlanmasının gerekçesi ise tarihte her zaman köprü kurulması gereken bir gediğin söz konusu olmasıdır. Tarihsel hermeneutiğe Schleiermacher’in özel katkısı, hermeneutiği insani deneyimi anlamada merkeze koymasıdır. Böylece, tarihsel metinler yalnızca geçmişin dokümanları olarak değil, aynı zamanda öteki kişinin iç dünyasının gizemini anlamak için kullanılmaya başlanmıştır.” N. Kalaycı Dilthey Wilhelm Dilthey, Schleirmaier’in açtığı yoldan, tarihsel-toplumsal gerçeklik bağlamında anlamacı bir tutumla tinsel bilimleri felsefi olarak temellendirme çabasında oldu. Bu yaklaşımın izlerini İbni Haldun ve Vico’da görmüştük. “Dilthey; Locke, Hume ve Kant'ın epistemolojilerinde savunulan temel tezi, bilginin doğa karşısında sadece duyumlama-tasarımlama bağıntısı çerçevesinde edinildiği, duyusal yolla verili olanın aklın/zihnin tasarımlayıcı faaliyeti altında bilgiye dönüştüğü, doğanın bir "açıklama" nesnesi olduğu hakkındaki tezi onaylar. Ne var ki bilen öznenin damarlarını sadece duyum lama ve tasarımlama öğelerinden oluşan bir sıvı (özsuyu) doldurmaz. Bilen öznenin damarlarında dolaşan gerçek kan, duyumlama ve tasarımlamayı sadece birer öğe olarak içeren pek çok öğeyi barındırır. Bu öğeler; isteme, arzulama, heyecan, duygulanma, sempati, antipati, amaç koyma, değer verme, değerlendirme, vd. olmak üzere, bilen öznenin psişik "totalite"sinde yer alırlar ve bilen özne nesnesinin karşısına aslında psikesinin bu totalitesi ile çıkar.” D.Özlem Hegel “XVIII. yüzyılla birlikte tarih, bütün düşünce alanlarına hâkim olmaya başlamıştır. Temel bileşenleri Hıristiyanlık tarafından oluşturulan ve Aufklarung tarafından geliştirilen bu tarih anlayışını Hegel ele almış ve onu tamamıyla yeni bir bakış açısıyla birlikte bütünsel hale getirmiştir. Bu bağlamda Hegel bir insanlık tarihi tasavvur eder; yaşadığı dönemin bakış açısını aşan bir sentez geliştirir. Genç Hegel romantizmden etkilenmiş, fakat daha sonra romantizmden uzaklaşmış ve onu reddetmiştir. Bununla birlikte, Hegel aldığı romantizm eğitiminden faydalanır; zira romantizmde Mutlak doğrudan doğruya, bir sezgi şeklinde ya da kalpten gelen bir şey olarak kendini ifşa eder.” J.Russ “Tarih akılcıdır ve aklı temsil eder. Böylelikle Hegel ‘in öğretisi, belli bir anlam, yön ve mantık içeren bir zincirlenme ve gelişme olarak tasavvur edilen tarih felsefesini kurar: Tarih amaçsız bir olaylar yığınına indirgenemez. Tarihin nesneni olan akıl insanlık tarihinin evrimine yön verir ve her şey bu süreçte kesin bir biçimde zincirlenerek ilerler” J.Russ “Bireylerin nasıl daha büyük bir sosyal bütünlüğün ve nihai olarak "mutlak"ın, başka bir deyişle "tin"in "kuvvetleri" olduğunu anlayamamışlardır. Bunu açıklamak üzere Hegel, Fichteci bir fikir olan karşılıklı "tanımayı" işin içine sokmuştur ve böylece kendi görüşlerini, Schelling ve Hölderlin'inkilere bağlı olarak çözmeye çalışırken aradığı anahtarı bulmuştur. Hölderlin, Hegel Frankfurt'tayken, onu Fichte'nin yönteminin çok "öznel" olduğu konusunda ikna etmiştir. Sadece "öznenin" kendisine dair kesinliğinden yola çıkılıp, bu "öznenin" bir "nesneler" dünyasını nasıl koyduğu araştırılamaz; Hölderlin'e göre bunun yerine, söylemsel olmayan ve örtük bir şekilde bilinç yaşamımızdaki bütün edimlerde rolü olan, özne ve nesnenin dile getirilmemiş birliğinden başlanmalıdır. 1802 yılında Hegel büyük bir içgörüyle, Hölderlin'in düşüncesini geliştirip, tecrit edilmiş tekil öznenin dünya deneyiminden yola çıkılıp, nesnel deneyim dünyasının nasıl bu salt öznel deneyimin "iç" dünyasından bağımsız olarak olageldiğinin sorulamayacağını öne sürmüştür; bunun yerine, başkalarının "olası yargılarına" bağlı olarak yargıların yapıldığı bir dünyanın içindeki öznelerin çoktan paylaşılmakta olunan dünyasından yola çıkılmalıdır (bu, "İnanç ve Bilgi"de, Kant'ın üçüncü Kritiği'nden yola çıkılarak geliştirilmişti).” Cevizci Hegel' deyse tarihin bir hedefi vardı; bu hedef, tinin özgürlük fikrini gerçekleştirip, kendisinin bilincine varmasıydı: " . . . özgürlük fikri, tinin özü ve tarihin kesin nihai amacıdır. “Bu amaç, insan faaliyetleri aracılığıyla aşamalı olarak uygulanacaktı. Hegel'e göre bu uygulama, mükemmel bir devlet içinde gerçekleştirilecekti; bu devlet, vatandaşlarının sivil ve ahlaki yaşamlarını sürdürecekleri bir zemin hazırlayacak, aynı zamanda tinin, özgür ve eşit vatandaşlar birliğini temel alan özgürleşme koşullarını da sağlayacaktı. Hegel bu fikrini, Schopenhauer'ın hem Devlete hem de Kiliseye açıkça yaltaklanmak olarak gördüğü bir dil sürçmesiyle ifade edecekti. Hegel'in sürçen ifadesi şöyleydi: "Hıristiyanlığın içinden geçerek, insanların insan olarak özgür olduğunu ve tinin özgürlüğünün insan doğasının asıl özü olduğunu fark edenler" diyordu Hegel, "sadece Cermen kökenli kavimlerdir" Kartwright “Batı nın düşünce hayatında önemli roller oynamış Hegel’le birlikte anılan bazı düşünceler vardır. Bunlardan biri, gerçekliğin tarihsel bir süreç; dolayısıyla, ancak nasıl o duruma geldiğine ve aynı zamanda nasıl başka bir şeye dönüşmekte olduğuna bakılarak anlaşılabilecek olmasıdır. Başka bir deyişle, gerçeklik ancak tarihsel açıklamanın kategorilerine göre anlaşılabilir. Bugün inanılmaz görünse de daha önceki felsefe bu tarihsel boyuttan yoksundu Hegel’den önce filozoflar, gerçekliği son derece karmaşık olmakla birlikte açıklanmayı bekleyen verili bir durum olarak düşünmüşlerdi. Ancak, Hegel le birlikte tarihsel bilinç hemen her şeye bakış tarzımıza girdi. “Hegel'in en etkili olduğu periyot olan 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde, sadece felsefede değil, tarihte, hukuk ve siyaset kuramında, sanat tarihinde, dilbiliminde, Oryantalizm'de, belki de bilhassa teolojide, kısaca Alman biliminin birçok alanında, Hegel 'in muhakeme yöntemleri kullanılmıştı.” Jonathan Sperber. Hegel’den sonra 19 yüzyılın en etkili düşünürleri olacak iki sima ortaya çıktı: Marx ve Darwin. Her iki düşünür de bu sürekli değişme kavramını düşüncelerinin merkezi yaptılar. Marx bu kavramı doğrudan Hegel’den aldı. Hegel’in getirdiği bir başka düşünce, dünya tarihinin akılcı bir yapısının olduğu ve değişimin yasasının, başka bir deyişle diyalektiğin, bu yapıyı anlamakta kilit teşkil ettiğiydi. Bu, aynı zamanda Marx’ın da devraldığı bir düşünceydi.” B.Magee Schopenhauer “Onun döneminden önce Hinduluğun ve Budacılığın klasik metinleri neredeyse hiç bilinmiyordu; o yüzden Batı felsefesi bu noktaya onları bilmeden geldi. Doğu felsefesinin klasik metinlerinin hatırı sayılır ölçüde batı dillerine çevrilmesine 19. yüzyılda başlandı. Almanca açısından bakıldığında, bu gelişmenin öncüsü, Schopenhauer'un yirmili yaşların ortalarında ve sonlarında tanıdığı Friedrich Majer adında bir şarkiyatçıydı. O sıralarda Schopenhauer ilk kitabını çoktan yayımlamış, ana eserinin yazımında da hayli mesafe almıştı 19. yüzyılın yirmili yıllarında Schopenhauer'u Hinduluk ve Budacılıkla tanıştıran Majer oldu Bu dinlerin başlıca öğretilerinden bazılarının, kendisiyle Kant’ın tamamen farklı bir yoldan giderek ulaştığı sonuçlarla uyuştuğunu görmek Schopenhauer'u çok şaşırttı….Her ne kadar düşüncelerini esas olarak Hinduluğun ve Budacılığın metinleri biçimlendirmemiş olsa da, bu yoldaki sözleri nedeniyle, bu dinlerin ciddi düşünsel içerikleri konusunda okurlarını uyandıran ilk tanınmış Avrupalı yazar haline geldi. (Magee) “O insanların çoğunun, çoğu zaman bütünüyle yanlış yolda olduğunu ve insan ırkının ortaya çıkmasından bu yana bu durumun değişmediğini düşünüyordu…. Schopenhauer'e göre İrade, ne fail insanlara özgüdür ne de her fail kendi iradesine sahiptir. Yalnızca Bir İrade vardır ve her şeyin gerisinde o yatar. Fenomenal dünyadaki her varlık lrade'yi kendi tarzında ortaya koyar: Doğal bir güç olarak, içgüdü olarak ya da bizim durumumuzda entelektüel olarak aydınlanmış irade şeklinden. Her örnekte aynı içsel gerçeklik ifade edilir ve tatmin söz konusu değildir. Schopenhauer'de irade amaçsızdır, dolayısıyla hiçbir zaman tatmin edilemez. Bir hayvan doğar. Yaşamak için mücadele eder. Eş bulur, ürer ve ölür. Onun yavruları da aynısını yapar ve bu döngü kuşaklar boyu devam eder. Bütün bunların amacı ne olabilir? Akılcı yaratıklar olarak bizim herhangi bir farkımız var mıdır?” C.Solomon, C.Higgins Schopenhauer’in düşünceleri kendisinden sonra özellikle sanatçıları etkiledi. “Birinci sınıf yaratıcı sanatçılar üzerinde Schopenhauer’in etkisi son yüzyılların bütün filozoflarından daha büyük oldu. Özellikle romancılar onun büyüsüne kapıldılar. Leo Tolstoy, İvan Turgenyev, Guy de Maupassant, Emile Zola, Marcel Proust, Thomas Hardy, Joseph Conrad ve Thomas Mann; hepsi de Schopenhauer'u kendi tarzlarında özümsediler. Müzik dışında en önemli etkiyi Richard Wagner’in yaşamında yarattı. Ayrıca, sanat dışında, özellikle Nietzsche, Wittgenstein ve Popper gibi kendi döneminden sonraki bazı seçkin filozofların üzerinde yaratıcı bir etkisi oldu (Nietzschce, Schopenhauer Eğitmen -1874- adında küçük bir kitap yazdı) Freud, bastırma mekanizmasının kendisinden önce Schopenhauer tarafından eksiksiz biçimde açıklandığını kabul etmekle ve bunu psikoanalitik kuramın köşe taşı olarak betimlemekle birlikte, bu mekanizmayı Schopenhauer’dan bağımsız olarak bulduğunu iddia etti. (Magee) Auguste Comte Auguste Comte'un öğretisi pozitivizm adını taşır. Bu öğretiye göre yalnızca bilimsel ve pozitif gerçeklikler kabul edilebilirdir –diğer gerçeklikler dışında. Pozitivizm sözcüğü Comte'a değil, Saint-Simon ekolüne ait bir sözcüktür. Comte bu sözcüğü benimsemekle birlikte, genellikle felsefi pozitivizm terimini kullanmayı tercih eder; felsefi pozitivizm nedenlere yönelik araştırmaların ve Mutlak'ın yerine bilimsel gerçeklikleri ve yasaları koyan bir düşünce biçimini ifade eder. J.Russ Kierkegaard Ona, göre öznel olmak ve birey olmak bir insanın en önemli ödevi olmalıdır. Bireycilik karşıtı anlayışın karşısında, bireysel varoluş kendini gerçekleştirir. J.Russ. “Kant'taki dinsel inanç anlayışının akılcı ve mantıklı biçimde yeniden inşasına karşı olarak Kierkegaard, inancın, doğası gereği akıldışı, tutkuya dayalı ve kanıtlanamaz olduğunda ısrarlıydı. Bütün insanlığı, doğayı ve Tanrı'yı tek bir "Tin" de birleştiren Hegelci bütüncülüğe karşı, "bireysel"in başatlığına ve Tanrı'nın derin "Ötekiliği"ne vurgu yapıyordu. … Kierkegaard, banal "varoluş" kavramını oldukça çarpıcı bir yoruma tabi tuttu ve o dönemin Kopenhag'ında popüler olan akılcı felsefelere karşıt olarak tutkunun, serbest seçimin ve kendi kendini tanımlamanın önemi üzerinde durdu. Kierkegaard'a göre varoluş, yalnızca "orada olmak" değil, kişinin tutkulu bir biçimde yaşaması, kendi varoluşunu seçmesi ve kendisini belli bir yaşam tarzına adamasıdır.” C.Solomon, M.Higgins Feuerbach “Feuerbach hümanizminin merkezini, teolojik belirlenimlerden ve değerlerden çıkarak özgün insan türüne yeniden dönüş düşüncesi oluşturur.” J.Russ “Genç Hegelci bir başka yaylım ateşi de, Hristiyanlığın Ôzü (1841) adlı kitabıyla Strauss ve Bauer'in görüşlerini genelleştiren Bavyeralı filozof ve teolog Ludwig Feuerbach'tan gelmişti. Feuerbach'a göre bütün dinler, özellikle de Hıristiyanlık, insanın kendisine yabancılaştırılmış olan özbilincinin ifadeleriydi. Bir Aşkın Tanrı'nın –örneğin O'nun sonsuz aşkının, yargısının, merhametinin- aslında insanlığın en iyi unsurları olduğunu, bunların sadece hayali bir üstün güce atfedildiğini, Hegel terminolojisiyle ifade etmek gerekirse, Tanrı'nın, insanın dışsallaştırılarak kendisine yabancılaştırılmış biçimi olduğunu ileri sürüyordu.” Jonathan Sperber. Marx “Marx'ı entelektüel anlamda etkileyenler veya kişisel temaslarla üniversite sonrası planlarını şekillendirenler, bir grup filozof ve teolog ile o dönem Genç Hegelciler olarak anılan bağımsız entelektüeller olmuştu. Kısmen üniversiteye bağlı olan, fakat aynı zamanda Berlin'deki o geniş kültürel çevrenin önemli üyeleri olan Genç Hegelciler, oldukça ciddi görünen entelektüel fikir dünyalarını bohem yaşam tarzı ile birleştirmişlerdi. Bu, Karl için çok çekiciydi ve onu siyasal açıdan oldukça radikal bir çizgiye doğru çekecekti. Genç Hegelcilerin "genç"likleri, siyasi ve ideolojik bir referans olduğu kadar kronolojik bir gelişime de işaret ediyordu. Genç terimi Avrupa'nın siyasi terminolojisine 1830 Fransız Devrimi'nden sonra girmişti ve bu terim bir nesil dönüşümüne işaret ediyordu. Gerek siyasi radikalizm gerekse bunun destekçileri, 1789 Fransız Devrimi'nin o muazzam günlerine ait nostaljiden sıyrılıp ileriye dönük bir değişime doğru yol alıyordu. “Filozoflar dünyayı sadece çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindi: oysa mesele onu değiştirmektir.” Marx’ı diğerlerinden ayırt eden bu yaklaşımıydı. Onun düşünceleri göç ederken dünyanın birçok yerinde eylemsel temelli sonuçlara yol açtı. “Marx, 1883’te öldükten sonraki 70 yıl içinde insanlığın neredeyse üçte biri kendilerini onun adıyla anan (kendilerine “Marksist" diyen) yönetimler altında yaşıyordu.” “1830'lardan 1840'lara uzanan süreçte Genç Hegelciler bir entelektüel spekülasyon dalgasına, teolojik tartışmalara sürüklenip gitmişlerdi. Ilımlılardan radikallere, teistlerden ateistlere gerek içeriden gerekse dışarıdan kendilerine yönelen, kendilerini hedef alan siyasi çekişmelerin içine gömülmüşlerdi. Marx, bu entelektüel dalgaya kapılmış birçok Genç Hegelci'den yalnızca biriydi ve bu, onun düşüncelerini, eylemlerini ve kişisel yaşamını şekillendirmişti.” Jonathan Sperber. "Yaşamın maddi koşullarının üretimi" olarak tanımlanan iktisadi faaliyetler, tarihi devindiren bir güç olarak yorumlanırken, Hegel'in Mutlak lde'sinden, Bauer'in sonsuz özbilincinden, Feuerbach'ın insan özünden yola çıkılmıştı. Bunun dışında kalan tarihin diğer tüm yönleri birer yabancılaşmaydı ve karanlıktaydı. Sperber Marx'ın Hegel idealizmini materyalist anlamda yeniden formüle ettiğine ve Hegel'in diyalektik felsefesi yerine, felsefileştirilmiş bir siyasal iktisat koyduğuna hiç kuşku yoktur. Engels ise aksine, çizginin pozitivist ucunu da aşmıştır. Hegel'e yaptığı göndermelere rağmen sosyalizmin temeli olarak önerdiği Wissenschaft, 19. yüzyılın pozitivist anlayışında, doğa bilimlerinin entelektüel modelinden türetilmiştir. Sperber Marks’da, tinsel tarihin yerini (Hegel), diyalektik bir süreç üzerinden, maddi ve ekonomik evrimi yansıtan bir tarih anlayışı alır…Marx'ın diyalektiği Hegel diyalektiğinin karşıtıdır. Marx, çelişkilerin bir bütün olarak kavranması sürecini benimser, fakat bunu materyalist bir perspektif içerisine yerleştirir: Düşünceler maddi ve ekonomik dünyayı yansıtmaktan başka bir şey yapmazlar. (J.Russ) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı eseri Rus akademisyenlerin kafasını karıştırmış ve hepsi de Marx'ın iktisadi tezini heyecan ve sabırsızlıkla bekler olmuştu. Kapital'in önce Rusçaya çevrilmiş olması, bu nedenle şaşırtıcı değildi. 1870'li yıllarda çar imparatorluğunun merkez eyaletlerinde, Marx'ın fikirleri üzerine yoğunlaşan üniversite öğrencilerinin önayak olduğu devrimci hareketler gelişirken, bu hareketlerin savunucuları da tavsiyelerini almak üzere Marx'ın kapısını çalmaya başlamışlardı. Sperber “Öldüğünde, yazdıklarının büyük bir bölümü (en azından dörtte üçü) yayımlanmamış durumdaydı. Yayımladıkları ela birkaç ülkeye ve dile, ama hiçbirinde ele bir bütün olarak sunulmadan, bölük pörçük biçimde dağılmıştı. Büyük eserlerinin tümünün halka ulaşabilmesi için bir yarım yüzyıl daha geçmesi gerekecek, ölümünden sonra yayımlanan bu eserler Marksizmin gelecekte geçireceği değişikliklerin de düğüm noktası olacaktı. Marx'ın sağlığında yayımlanan eserlerinin listesi, seslendiği sınıf içinde fikirlerinin yayılmasına karşı konan engellerin bir göstergesidir.” P.Anderson 19.yüzyılı ele aldığımız bu metinde Marx’ın ayrıcalıklı konumunu teslim etmeliyiz. Marx’ın düşünceleri kendi kuşağında ve sonrasında en etkili olmuş, onun amacı olan dünyayı değiştirmek çabalarına da kaynaklık yapmıştır. Aşağıdaki tabloda Marx’ın düşüncesini çoğaltan, kendi koşullarında yorumlayan bazı isimleri gösterdik. 20. Yüzyıl sayfasını yapmak cesaretini gösterebilirsek Marx’ın düşüncesini daha ileriye götüren düşünürleri de orada ele almayı umuyoruz. J.Stuart Mill “Mill, 18.yüzyılın sonlarından beri gelişen iki ana düşünce geleneğine dikkat çekmektedir. Bazı önemli istisnalarla bilim üzerindeki Aydınlanmacı vurgu ve indirgemeci materyalizm İngilizce konuşan ülkelerde yaygınlaşmıştır; Romantik hareket ise hümanist vurgularıyla kıtada hakim olmuştur. Mill, çağın yeni ufuklar açan büyük zekaları olarak nitelediği Bentham ve Coleridge üzerine yazdığı daha sonraki makalelerinde bize, Coleridge'ın kıta geleneğinin ve özellikle de Alman Romantizmi'nin İngiliz taşıyıcısı olduğunu söyler. Mill bu iki büyük düşünce geleneğini sentezleme görevini üstlenerek birçok kişiye göre bugüne kadar ayakta kalan entelektüel bir köprü kurmaya soyunacaktır. Daha da özel olarak Mill, en iyi örneği İngiltere'de görülen modern liberal kültürün romantik kıta düşüncesinin kaynakları olmadan yeterince açıklanıp savunulamayacağını iddia edecektir.” N.Capaldi “Mill'in tarihsel bağlamda romantik seçenekle ilk tanışıklığı Carlyle ile dostluğu sayesinde gerçekleşmişti. Kısa süre sonra bunu Saint-Simoncuların etkisi izleyecekti. Mill, estetik anlamda romantik dünya kavrayışını ve sanatçının rolünü, Wordsworth okumaları sayesinde öğrendi. Mill'e imgelemin önemini öğreten ve Alman felsefi idealizmiyle tanıştıran ise Coleridge oldu. 1830'ların ortalarında Mili, Bentham ile Coleridge'i uzlaştırmayı tasarlamıştı. Mill'in hayat boyu sürecek ikilikleri giderme ve karşıt düşünce tarzlarını uzlaştırma takıntısı, tuhaflıktan yahut güvensizlikten değil, Romantizm metodolojisini örneklerle kanıtlama arayışından kaynaklanmaktaydı.” N.Capaldi “Yararcılığı ve "serbest girişim" felsefesinin erdemlerinin ilk ayrıntılı açıklayıcısı olmasıyla bağlantılı olarak Mill, aynı zamanda güçlü bir bireysel haklar teorisini savunuyordu. Görüşü, geleneksel olarak "liberalizm" denilen, açıkça John Locke'tan miras aldığı anlayışın klasik bir ifadesiydi. Mill, daha sonra sosyalizme yaklaştı ancak tüm kariyeri boyunca bireysel özgürlüğün en iyi savunucusu oldu. Herhangi bir kişinin özgürlüğünü sınırlandırmanın tek nedeni, bir başkasının özgürlüğünü korumak olabilir, diyordu.” Solomon Nietzsche Yüzyılın sonunda, bunalımlar yaşayan Avrupa sahip olduğu bütün düşünce ve kavramların sarsıntıya uğradığını görür. Büyük bir düşünce tarihçisi olarak Nietzsche, Avrupa kültürünün nihai görüntüsünü ortaya koyar. Nietzsche'nin entelektüel macerası keskin kopuşların gerçekleştiği Avrupa macerasıyla iç içe geçer. Nietzsche başlangıçta çok da tanınan biri değildi. Çalışmaları 1880’lerde tartışılmaya başlandı. Kızkardeşi onun ölümünden sonra yayın haklarını elinde tutuyordu, ırkçı eğilimleri yüzünden bazı saptırmalar ve seçmelerle yayınlarını yönlendirdi. “Ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Alman akademik çevrelerinde daha az çarpıtılmış bir Nietzsche görüşü ortaya çıktı.” F.M.Turner. “Nietzsche’nin düşüncesi, en azından iki gelişim aşamasından geçti. İlk aşamada, her ne kadar aksi yönde itirazlar olsa da, romantizm geleneğine yakın duruyor ve genellikle akıldışını övüyordu. O zamanlar Wagner ile yakın teması vardı. Düşüncesinin ikinci aşaması eleştiriyi, kozmopolitanizmi, iyi Avrupalı kavramını savunduğu ve milliyetçiliği eleştirdiği için onu Aydınlanmaya yaklaştırdı. Genel olarak bu iki dönem boyunca liberalizmi ve “orta sınıf kültürsüzlüğü” dediği şeyi eleştirdi. Çoğu Alman filozofu gibi o da akla meydan okumak ya da aklın alanını sınırlandırmak için aklı kullandı.” Turner. “Schopenhauer gibi Nietzsche de insan ve diğer varlıkların yapısının temelde iradi olduğunu öne sürüyordu ancak Nietzsche, daha da ileriye gidiyor ve herkesin (ve doğadaki bütün yaratıkların) yaşama iradesini ve direnci geliştirme arzusuna yönelik bir "güç istenci'' içinde olduğunu öne sürüyordu. Hayatta kalma ikincil önemdedir, diye ekliyordu. Hayatın anlamına ilişkin olarak Schopenhauer'in savunduğu kötümserliğe karşı yaşama güdüsünün yaşamın anlamı olduğunda ısrar ediyordu.” Ona göre felsefenin sonucu, yaşamdan el çekme, yaşamın reddedilmesi değil, yaşamın onaylanması olmalıdır.” Solomon 19. yüzyıl sonunda düşünce topoğrafyasının aldığı biçim için neler söylenebilir? Felsefenin yüzyılın ilk yarısındaki özellikle Alman coğrafyasındaki başat konumu değişmişti. Bilim ve teknolojideki ilerlemeler sonucu “doğa felsefesi” kavramını değiştirmiş, üniversitelerde bağımsız bilim disiplinleri oluşmuştu. Kant ve Hegel, yeni yorumcularıyla yaşamaya devam ediyordu. İngiltere dünyanın atölyesi olma niteliğini yeni rakiplerle paylaşıyordu. Yararcı felsefenin düşünürlerinin birikimi yeni dünyaya göç ediyordu. Marksizmin dünyayı değiştirmek bağlamında öne sürdüğü tezler işçi sınıfının yoğun olduğu ülkelerde öngörülen aşamalara ulaşamamıştı. Materyalist, idealist, yorumbilgici, faydacı, liberal görüşler 20. Yüzyılda yeni çeşitlemeleri devam edecekti. Ulus devletler arasındaki rekabetin yarattığı gerilim, emperyalist politikalar Avrupa merkezli çatışmalar için zemin hazırlarken, nihilist, anarşist, bireyci, varoluşçu görüşler felsefece düşünmenin alanında yer buluyordu. B.Berksan Kaynaklar Avrupa Düşüncesinin Serüveni, Jaqueline Russ, Doğu Batı Yayınları Avrupa Düşünce Tarihi, Rousseau’dan Nietzsche’ye, Frank M. Turner, Kafka (Epsilon Yayınevi) Alman İdealizmi, (Copleston Felsefe Tarihi), Frederick Copleston, İdea Yayınları Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler, Perry Anderson, İletişim Yayınevi Bilginin Toplumsal Tarihi, Peter Burke, Tarih Vakfı Yurt Yayınları Felsefe Ansiklopedisi, Editör: Ahmet Cevizci, E Babil Yayınları Felsefenin Kısa Tarihi, C.Solomon, C.Higgins, İletişim Yayınları Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları (F.S) Felsefenin Öyküsü, Bryan Magee Felsefelerin Sosyolojisi, Randall Collins, Sakarya Üniversitesi Kültür Yayınları Hegel, Tery Pinkart, İş Bankası Kültür Yayınları İsyan ve Melankoli (Moderniteye karşı romantizm), Michel Löwy, Robert Sayre, Versus J.S.Mill, Nicholas Capaldi, İş Bankası Kültür Yayınları Marksist Düşünce Sözlüğü, Yayın Yönetmeni. Tom Bottomore, İletişim Yayınları Metinlerle Hermeneutik (Yorumbilgisi) Dersleri, Doğan Özlem, İnkılap Kitabevi Karl Marx, 19. Yüzyılda Yaşanmış Bir Hayat, İletişim yayınları Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, David West, Paradigma Kierkegaard, Alastair Hanney, İş Bankası Kültür Yayınları Nietzsche, Julian Young, İş Bankası Kültür Yayınları Nietzsche, Hayatı, Eserleri ve Felsefesi, Arthur Danto, Paradigma Romantik, Bir Alman Sorunsalı, Rudiger Safranski, Kabalcı Yayınevi Schopenhauer, David E. Cartwright, İş Bankası Kültür Yayınları 19.Yüzyıl Felsefesi, Eyüp Ali Kılıçarslan, Ankara Üniversitesi Açık Ders Malzemeleri
Ibn Arabi takes us on a journey to explore the mysterious relationship between existence, non-existence, God, and creation in his fascinating and controversial theory of reality, the ‘Unity of Being’.
Habermas'ın Emek ve Etkileşim Hakkında Düşünceleri Habermas'ın Modernite Savunusu
18.yüzyılın düşünce hareketinin resmini bir tabloya sığdırmak olanaksız. Bu sayfada, egemen düşünce aydınlanma olsa da, hem aydınlanma düşüncesinin türdeş olmayan yapısını hem de ona karşı tepkilerin oluşturduğu düşünsel birikimi, liberal düşüncenin örneklerini ve diğerlerinin oluşturduğu çokluğu göstermeye çalışacağız. Diğer sayfalarda olduğu gibi, önce genel olarak bilim ortamına değinip, entelektüel iletişimin resmi ve özel kurumsal yapısını ortaya koyduktan sonra, dönemin düşünsel çerçevesini ve öne çıkan düşünürleri ele alacağız. Metnin, tablolarda yer alan notlar ile bütünlük içinde anlam ifade ettiğini bir kere daha uyarmak isterim. 18.yy. felsefesi Konuya, 18.yüzyıl düşünürlerini bir arada gösteren bir tablo ile girelim: 18.yüzyılda düşüncenin sürekliliği devam ediyordu. Geleneksel üniversiteler, daha önce değindiğimiz ders programlarını sürdürüyorlardı. Kilise "Karşı Reform" hamlesi ile kaybettiği entelektüel zemini bir ölçüde kazanmakta başarılı olmuştu. Din savaşları sonrasının göreli huzurlu havasında, Protestan düşüncesini taşıyan birçok yeni üniversite kurulmuştu ve kurulmaya da devam ediyordu. Ayrıca,” çeviri ve edisyonlardaki azımsanmayacak miktarın gösterdiği üzere antik geleneklerin büyük metinleri 17. ve 18.yüzyıllarda otorite olarak kalmaya devam etti.” “Şüpheci gelenek, sofist gelenek, Tacitus geleneği ya da Stoacılık hiç olmadığı kadar Aydınlanma felsefesinin ufkuna girdi.” Damme İklim değişiyordu. Sömürgecilik hareketinin tetiklediği uluslararası rekabet, pratik faydaya dayalı yeni kurumları dayatıyordu. Eskilerin doğrularını belli kalıplaşmış sistemler içinde aktaran geleneksel üniversitelere rakip öncü kurumlar 17.yüzyılda ortaya çıkmıştı. Dünyevi amaçların isteklerine göre tasarlanan bu kurumların sayısı hızla artmaya başladı. Bilim alanında ise yaklaşım farklılaşmıştı. Doğal dünya üzerine deney yapanlar görünmeyen güçleri ve maddeleri tinsel ve mistik terimler yerine maddesel terimlerle tanımlamaya başladılar. Priestley (1733-1804), Lavoisier (1743-1794) gibi kimyacılar kimya alanında doğa felsefesinden doğa bilimine geçişin öncülüğünü yaptılar. Ama yine de doğayla ilgilenenlere doğa filozofu demeye devam edildi. 18. yüzyılın ortalarında Newton'un düşünceleri artık geniş çevrelerce kabul görüyordu. Isı, ışık, magnetizma ve elektrik alanında yapılan çalışmalarda onun teoremleri kullanılıyordu. Newton'un yaklaşımı popüler yayınlarla daha geniş kitlelere yayılarak onların evren görüşünü etkileyecekti. "Gaston Bachelard, 18.yüzyıldaki bilimsel anlayışın henüz görsellik ve merak duygularından bağımsız olmadığını, sıradan ve renkli olayları görmezden gelen, olağanüstü ve gizemli görüntüsüyle büyüleyen akılcı nitelikte bir etkinliğe sahip olmadığını göstermiştir. Bilimsel anlayış yerleşmekle beraber, henüz şaşırtıcı ve eğlendirici yönüyle öne çıkmaktan kurtulamamıştır." J.Russ Dönemin bir karakteristiği de "insan" üzerine olan ilginin belirgin şekilde artmasıydı. Antropolojik yaklaşımlar ve tarih alanını felsefi olarak anlamlandırma da yine yüzyıla özgü gelişmelerdi. Düşünce ortamına ve entelektüel ağlara biraz daha yakından bakalım. "18.yüzyılda "felsefi ağlar artık sırf fikirlerin ya da bilgelerin ağları değildir, aynı zamanda enstrümanların ağlarıdır. Bütün bir uygulayıcılar topluluğu imalatçıları, deneycileri ve koleksiyoncuları ilişkilendirir. Gerçekten de bilimsel devrimin en büyük zorluklarından biri deneysel uygulamada kesinliğe geçmekti; bu, deneylerin tekrarlanmasını her bir yerde mümkün kılacaktı. Kuramsal hipotezleri deneysel pratiklere aktaran modern bilimler, hem doğa filozofunu bilimlerin uygulayıcısına dönüştürmeyi başardı hem de enstrümanları ve ölçüyü bilimsellik kriterleri olmaya teşvik etti. Bu yüzden filozoflar sıklıkla kendilerine has enstrümanlar ürettiler ve bu esnada devasa zorluklarla karşılaştılar. Hava pompası ve gaz ölçer gibi 18.yüzyılın ikinci yarısında mevcut olan ve güzel havayı ölçmeye yarayan aletler felsefi faaliyetler için ayarlandı, uyarlandı ve yapıtaşı haline getirildi. Haddizatında felsefi değillerdi ama kullanımları itibarıyla filozoflara yarıyorlardı. Deneysel bilimlerin kabul görmesiyle birlikte teknik kültür de felsefi dünyaya nüfuz etti ve felsefi sorunları yönlendirip biçimlendirdi. " S.Van Damme. Akademiler "18. yüzyıl içinde hemen hemen bütün monarşiler, bundan böyle tıpkı tiyatro, saray balosu, saray karakolu gibi krallık sarayına dahil olan akademilerini kurmuşlardı. Merkezi bir sarayı olmayan devletler de, bağımsız bir örgütlenmeyle akademilerle aynı hedefleri izleyen "aydın cemiyetleri"ne yardımcı oluyordu." Ulrich Im Holf "1663 ile 1750 yılları arasında, Oxford ve Cambridge'ten dışlanmış olan, İngiltere Kilise'sinin "Ayrılıkçılar"ı (Dissenters) için, Londra'nın içinde ya da yakınlarında ve Lancashire'daki Warrington (oradaki öğretmenlerden biri de, doğa felsefecisi Joseph Priestley'di) gibi taşra kasabalarında altmış kadar akademi kuruldu. Ayrılıkçı akademiler, çağdaş felsefeye (örneğin Locke'un fikirlerine), doğa felsefesine ve modern tarihe önem vererek (Avrupa siyasal tarihi için yaygınlıkla kullanılan ders kitabı Alman hukukçu Samuel Pufendorf'un kaleminden çıkmıştı), üniversitelerden daha az geleneksel, beyefendilerdense geleceğin iş adamlarına göre tasarlanmış bir ders programıyla öğretim yapıyorlardı." Burke "18. yüzyılda tümüyle ya da kısmen doğa felsefesiyle uğraşan yetmiş kadar bilgi derneği kurulmuştu; bunların en ünlüleri, Berlin, St. Peterburg(1724) ve Stockholm(1739) ( Kungliga Svenska Vetenskapsakademie) akademileriydi; Fransız Bilimler Akademisi de 1699'da yeniden örgütlendi. ( Londra'da Banks ya da Berlin'de Maupertuis gibi) güçlü bir başkan ya da ( Berlin'de Formey ya da Stockholm'da Wargentin gibi) etkin bir yazmanla, bu derneklerin yapabilecekleri çok şeyler vardı. (Kopenhag Kraliyet Topluluğu (1745) nu da saymalıyız.) Bunlar bilgi-toplama gezileri örgütlüyor, ödüller koyuyor, karşılıklı ziyaretler yaparak, mektuplar ve yayınlar yollayarak, bazen da ortak projeler gerçekleştirerek ve böylece Leibniz'in salık verdiği öğrenim "ticaret"ine ( einen Hande/ und Commercium mit Wissenschaften) katılarak gitgide uluslararası bir şebeke oluşturuyorlardı". Burke Bu yüzyılda Almanya'da Üniversite yapılanmasında farklı bir durum ortaya çıktı. " Üniversite tabanlı entelektüel ağlar, daha önce de var olmuştur ama hiç bir zaman araştırmacıların kendi yollarını belirleyebileceği bir özerkliğe ve entelektüel hayatın her alanını ele geçirecek bir güce sahip olmamıştır. Son 200 yılın felsefi sorunları, bu sistemin genişleme dinamiği tarafından üretilmiştir. " Randall Collins Berlin Bilimler Akademi'sinin 1741'den itibaren yapılandırılmasına göz attığımızda, geleneksel üniversitelerden farkı görebiliriz. "Deneysel felsefe bölümü kimya, anatomi, botanik ve tüm deneysel bilimleri kapsamaktadır. Matematik bölümü geometri, cebir, mekanik, astronomi ve tüm soyut bilimlerden oluşur. Kurgusal felsefe bölümü mantık, metafizik ve ahlakı; güzel sanatlar bölümü Eski Çağ bilimlerini, tarih ve dilleri kapsar. O halde hemen hemen bütün bilimsel alanların olduğu bir akademi söz konusuydu. Yönetim, başkanın ya da sekreterin elindeydi - sonuncusu on yıllar boyunca, Berlinli bir Fransız Protestanı olan Johann Heinrich Samuel Formey'di. Her bölümün, mali yönetimden sorumlu bir müdürü ve bir denetçisi vardı. Özellikle takvim satışlarından para kazanılıyordu. Berlin'de ikametgahı olan ve maaş alan 16 aktif üye vardı. Yazışarak üyelik yoluyla akademiyle bağımsız bir ilişkisi olan -bütün Avrupa'ya dağılmış- yabancı üyeler, bilimadamları, ikinci bir grubu oluşturuyordu. Son olarak onursal üyeler atanabiliyordu. Akademiye kabul, başkanın ve kralın işiydi. Üyeler özellikle, çoğu Protestan olan Fransızlar ve İsviçrelilerdi. Kral, dünya dilini bilen bu bilimadamlarını çoğunlukla Almanlara yeğliyordu. Onun, Lessing'in atanmasına karşı çıktığı bilinmektedir. Aktif üyeler her yıl iki makale sunmakla yükümlüydüler. Bunlar akademi toplantılarında okunmakta, sonra da Memoires'da yayınlanmaktaydı. Başka yayınlar da oluyordu. Yazışan üyelerle olsun, başka akademilerle olsun, bütün Avrupa'daki yazışma ağı önemliydi. Salonlar Dost çevresi, sohbet ortamları yeni bir olgu değildir. Salonlar yine Fransa'da 17.yy. da da vardı. Ancak 18.yüzyılda katılımcılarının seçkinliği ve ev sahiplerinin gücü onlara yarı kurumsal bir nitelik kattı. "17. yüzyılın sonlarında soylu ve büyük burjuva kadınlar, toplumsal iletişimin günlük boşboğazlıklarına dalarak değil, belirli içerikleri olan konular hakkında tartışarak gevezelik etmek ve konuşmak için özel kişileri, arkadaşları ve tanıdıkları belirli tarihlerde evlerinde - salon'larında - kabul etmeye başlamışlardı. Soyluların ve burjuvazinin arasından entelektüel ilgileri olanlar, bu bağımsız grubun üyelerini oluşturuyorlardı. Yurtdışı gezilerini Paris'te geçiren arkadaşlar da beraberinde getiriliyordu. Böylece başka bir örgütlenme olmaksızın küçük, gayriresmi bir akademi oluşturuluyor, genel kültüre ve kültürlü insanlar arasındaki arkadaşlıklara önemli katkılarda bulunuluyordu. Sohbete her şeyden önce yazın, şiir sanatı, şiir yazmak ve giderek felsefi konular ve felsefi yaklaşımlar egemendi. " Ulrich Im Holf Salonlar konusunda yapılan araştırmalar, bunların daha çok sosyal iletişim ortamları olduğunu ortaya koyuyor. Okuma Toplulukları. Örgütlü okuma toplulukları, salon'larla benzer hedeflere ulaşmaya çalışıyordu...Okumanın ve tartışmanın, edebiyat kahvelerinin kuruluşuna değin gidebilen çeşitli biçimleri gelişmişti. Okuma topluluğu özellikle Almanya'da yaygındı; ancak Fransa'da musee ya da cabinet de Lecture olarak bilinmekteydi. Almanya'da zamanla bütün büyük yerleşim birimlerinin - köylerde bile - rastlanabilen okuma topluluğunda, aydınlanmacı anlamda daha geniş bir kitle eğitiminin ortak amacına ulaşılmaya çalışılıyordu. Holf. Masonlar Masonlar, Aydınlanma'nın taşıyıcıları arasında ilk sıralardan birini almaktaydı. Toplulukları, kurumsal bir çerçeveye Aydınlanma'nın genel arzu ve düşüncelerini kazandırıyordu. Uluslararası - kozmopolit olarak yapılanmıştı. Holf Dergiler. "Geniş bir kitleye doğrudan doğruya yayılmak üzere aydınlanmacı bildirimin yeni biçimi olarak genelde çok etkili bir rol oynuyorlardı. Spectator (1710-1724) 'da tüm olası konular haftalık raporlar halinde tartışılmaktaydı. Örneğin 24 Kasım ve 20 Aralık 1714 tarihleri arasında şu konular tartışılmıştı: İnsanlığın Değişik Sınıflara Bölünmesi, Sonsuzluk Üzerine, Kilisede Uygunsuz Davranışlar Temizlik Üzerine, Kusursuzluk Çabası Üzerine, Gelecekte Zihin Gücünün Genişletilmesi Bu makaleler hep antik yazarlardan alıntılarla donatılıyordu. Haftada bir yinelenen bu kısa ve özlü raporlarla makaleler, kendilerine uygun okurlar buluyordu; bundan böyle her türlü dergi için, değişik basım yeri ve değişik biçimleriyle, kısmen de belirli bir konuda uzmanlaşmış " haftalık ahlak dergileri" adı verilen dergiler için çığır açılmıştı..... Kısa bir süre sonra bunu tüm kıta izlemişti ve şimdi hepsi değişik adlarla bu dergileri çıkarıyordu: Diario Tagebuch, Journal, Giomale, Gazette, Zeitung, Magazin, Mercure (Fransa'da, Almanya'da ve İsviçre' de), Anzeigen, Beitrage, Almanache. Ansiklopedi Yüzyıl ortalarındaki " filozof'lardan söz edildiğinde, bundan ilk olarak, Büyük Ansiklopedi'ye katılan Fransız yazarlar grubu anlaşılıyordu. Bu girişim, ilk önce bir İngiliz ansiklopedisinin Fransızca baskısı olarak tasarlanmış, ancak 1746'da Denis Diderot görevlendirilene kadar yayınevi ve yayıncılar arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Diderot'yla birlikte bu görev için, ilgileri gerçekten de ansiklopedik genişlikle olan olağanüstü çok yönlü bir aydın kazanılmıştı. Hof Ansiklopedi sadece, zamanının bilgilerinin toplandığı bir kaynak değildi. Bilgiye yönelik tutumunda kendince bir yaklaşımı vardı. Bu yaklaşım Descartes, ve Leibniz gibi rasyonalistlerin bilgi anlayışına karşıttır. Onlar, dünyayı Bacon ve Locke'un duyu verilerini temel alan bilgi anlayışı doğrultusunda yorumluyorlardı. Hof Ansiklopedi, "zamanın nesline öyle eşsiz bir etkide bulunmuştur ki kamu fikrini ve zamanın egemen ruhunu, yön verici tarzda, üstelik devrim doğrultusunda belirlemiştir. " O.Edwald Felsefe, Fransız salon'larını kesin bir şekilde ele geçirmişti. Mantıklı düşünme biçimi, ana motif olmuştu. Salon'ları ziyaret edenler, kendilerini filozof olarak görüyorlardı. Bunun dışında bağımsız bir şekilde felsefeyle uğraşan yazarlar, kitaplarıyla gittikçe daha fazla başarı kazanıyorlardı. İlahiyat kitaplarının üretimi düşerken, felsefe kitaplarının üretimi iki katına çıkmıştır. Felsefi bilgiler sadece bilimsel bilgiler için yararlı olmamalıydı. Nedenler felsefi olarak tanındığında, mantığa uygun ilkelere göre hareket edileceği kanısı yaygınlaşmıştı. Bu nedenle felsefi düşünme halka indirilmeli, "popüler"leştirilmeliydi. Büyük filozofların çoğu kez güç anlaşılan dili de, popüler felsefeyle genel olarak kavranabilecek şekilde değiştirilmişti. Özellikle Fransız ve İngiliz yazarlar, felsefi bilgileri zarif ve akılcı bir tarzda anlatmayı başarabiliyordu; çünkü bu iki dil - her biri kendi tarzında - kendini aşırı titizlikle olmamakla birlikte oldukça uygun bir şekilde dile getirme olanağına sahipti. İyi bir kitap - Voltaire'e göre çekici, eğlendirici, ahlaki ve felsefi biçimde kaleme alınmalıydı. Böylece daha geniş bir okuyucu kitlesi, felsefi düşünüşle tanıştırılabilirdi. Hof Kütüphane ağlarından önceki yüzyıllarda söz etmiştik. " 1750-1759 yılları arasında Paris'te bütün kütüphanelerin % 14'nü oluşturan 140 özel kütüphanede felsefe bölümü mevcuttu. Dökümlerde en sık rastlanan eser listeleri, felsefe eserlerini Bayle'ın eleştiri sözlüğü veya Başrahip Pluche'ün Spectacle de la nature (Doğa seyircisi) eserleriyle birlikte dokuzuncu rafa yerleştiriyordu. Bu aynı zamanda Parisli seçkinlerin felsefeye duyduğu iigiyi de tasdik eder. Ayrıca okuduğunuz kitaba önce sahip olacaksınız diye bir kaide de yoktu; başkentte açık kütüphanelerin çoğalması, ödünç kitap uygulaması, 1764-1789 yılları arasında okuma salonlarının açılması, Paris halkının ansiklopedik eserlere nasıl hayran olduğunun da göstergesiydi." S Van Damme Kitap basımı ve çeviri etkinlikleri artık ayrıca sözü edilmeyecek derecede gelişmişti. Düşünürlerin yapıtları birden fazla baskı yapıyor ve Almanca, İngilizce, Fransızca dillerine karşılıklı olarak kısa sürede çevriliyordu. Bu yüzyılda düşüncelerin (fikirlerin) iletişiminde dil sorunu ortaya çıkar. Artık ortak dil Latince yerine, yazarlar genellikle kendi dillerini kullanmaya başlar. (Ağırlıklı olarak Fransızca öndedir.) Yönetim anlayışı Aydınlanma ikliminin oluşmasında yöneticilerin yaklaşımının rolü, ülkelere ve mezhepsel sınırlara göre değişiklik gösteriyordu. Monarklar tebalarının bir an önce "aydınlanma"sını ve diğerleri ile yarışta geri kalmamanın hesaplarını yapıyorlardı. Düşüncelerin, bilimsel araştırmaların özgürlük ortamından beslendiğinin bilincindeydiler. Ancak konu iktidar olduğunda yaklaşımları kendilerinden öncekilerden farklı değildi. Siyasi mahkumlar her yerde vardı. Özgürlük ortamları olarak, Hollanda, İsviçre'nin bazı bölgeleri ve II.Frederich'in Brandenburg'u öne çıkıyordu. "1740- 1780 yılları arasında Prusya'dan Napoli'ye, Rusya'dan Portekiz'e hükümdarlar ve bakanları felsefeyle uğraşıp kendilerini "aydınlanmış" ilan ederler ve düzeni ilerlemeyi savunup insan sevgisiyle dolu özgürlükçü bir reformdan yana olduklarını ilan ederler." S. Goyard Fabre Sansür yine iş başındadır. "Ansiklopedi" nin yayınlanma sürecinde Devlet Konseyi ilk iki cildi yasaklar. Daha sonra yayınlanmamak koşuluyla basıma izin verilir. 1758 yılında koyu dindar çevreler o güne kadar yayımlanmış ciltleri yasaklatır, bu ciltler 1759 yılında Papa tarafından da mahkum edilir. Aralarında Voltaire'in "Felsefe Mektupları"nın ( 1733) ve Rousseau'nun Emile'inin de ( 1762) bulunduğu birtakım kitaplar hala alenen yakılmaktaydı. Toplum Sözleşmesi, Rousseau'nun Fransa'yı terketmesine sebep oldu. Kanunların Ruhu, 1751 de Yasak Kitaplar Listesi'ne alındı. David Hume'un bütün yapıtları da Yasak Kitaplar Listesi'ndeki yerini almakta gecikmedi. Beccaria'nın ceza hukuku üstüne ünlü yapıtının İspanyolcaya çevrilmesi yasaklandı. Prusya örneğinde görüldüğü gibi, özgürlük hükümdarların tutumuyla yakından ilgilidir. Halle Üniversitesi'ne felsefe profesörü olarak atanan Wolff kısa süre sonra din adamları tarafından determinist ve din düşmanı diye suçlandı. 1723'te Prusya Kralı I. Friedrich Wilhelm onu bütün görevlerinden azledip sürgüne gönderdi. Görevine dönmesi Büyük Friederich'in iktidara gelmesi ile mümkün olabildi. Friedrich’in ardılı II.Friederich Wilhelm 1788 yılında çıkardığı sansür fermanıyla yasakçı bir yaklaşım izlemeye başladı. Özetlemeye çalıştığımız bu ortamda, düşüncelere dönebiliriz. 18.yy.a egemen olan düşünce "Aydınlanma" oldu. Aydınlanma düşüncesinin ana kaynakları İngiliz düşünce dünyasındadır. " Bu doğrultunun temellerine daha Ortaçağ'da Duns Scotus, Roger Bacon'da, Ockham'lı William'da rastlarız; çok daha belirgin olarak Yeni Çağ'ın eşiğinde Bacon von Verulam'da, Herbert von Cherbury'de, Thomas Hobbes'da; asıl Aydınlanma Locke ve Newton'da başlayıp David Hume'da zirveye ulaşır." Oskar Edwald Aydınlanma düşünürlerinin yöntemleri olguları esas alan, gözlem yoluyla yasaları ve nedenleri öğrenmekti. Gerçeği bulma yönünde 17.yy. matematikçi bakış açısına kuşku duyuyorlardı. Metafiziği bilinmeyenin alanı olarak gördüler. Etiği, metafizik ve teolojiden ayırmaya gayret ettiler. Monarşik yapının keyfi yönetimi ve dayandığı geleneksel yapı düşünürler tarafından sorgulandı. Aydınlanmacı düşünürlere göre, inançlar din adamlarının sözleriyle, kutsal kitapların yazdıklarıyla ya da geleneklerle temellendirilemezler; inançlar ancak usun eleştirel süzgecinden geçirildikten sonra benimsenebilirler. F.S. Aydınlanmalar Aydınlanma başlığı altında, farklı coğrafyalarda, kendi tarihsel koşullarında düşünce üreten ve birbirleriyle çelişen düşünceler çokluğundan söz edebiliriz. "Aydınlanma yalnızca ve tek anlamlı olarak bilimsel empirizmle, sistem düşüncesinin eleştirisiyle veya salt akıl kültürüyle açıklanamaz. Aydınlanma rasyonalist akımlarla ilişkili olduğu kadar, ateizm, duyumsalcılık ve materyalizmle de ilişkilidir. Almanya, İngiltere ve Fransa' da onyedinci yüzyılın seksenli yıllarında başlamış ve Fransız Devrimi ile doruk noktasına ulaşmış olan Aydınlanmayı, programlı olarak aklın etkinliklerine bağlanan bir çağ olarak özetleyebiliriz." B.Recki Önemli bir diğer olgu da, amacı eskiye dönmek olmamakla birlikte, insan aklının egemenlik girişimlerine, geleneksel çevrelerden gelen ciddi eleştirilerin varlığıdır. Bu eleştirilerin nedenleri de farklı sosyolojik koşullar ile bağlantılıdır. Kıtada merkezi güçlü konumundan yararlanan Fransa'nın süreç içinde aydınlanmanın sonuçlarını kendi hegemonyası için devşirmeye kalkması (Devrim sonrası Napolyon savaşları), başta Almanya olmak üzere tepkilere neden olmuştur. Erken Alman romantikliği ve daha sonra 19.yüzyılda geniş bir alana yayılan Romantik hareket biraz da bu bağlamda okunabilir. Aydınlanmanın tümü kapsayıcı evrenselci iddialarına, kültür ve tarih bağlamında farklı düşünceler geliştiren önemli isimlerin varlığını da dikkate alırsak, gösterilmesi ve izinin sürülmesi oldukça güç ağların varlığı ile karşılaşırız. Aydınlanmanın içeriden gelen eleştirileri de dikkate alındığında, tek bir aydınlanma değil, aydınlanmalardan söz edilebilir. "Yeni-Kantçı düşünür Ernst Cassirer Aydınlanmayı akılsallıkta kökleşen, rasyonalitede tecessüm eden bir değer sistemi olarak yorumlar. Ona göre, fikirleri göreli olarak homojen bir bütün meydana getiren Aydınlanma, insani işlerin veya kamusal alanın inanç, batıl itikat veya din tarafından değil de, akıl tarafından yönetilmesi ve yönlendirilmesi arzusunu, aklın toplumu değiştirme ve bireyi gelenek ve keyfi otoritenin baskı ve tehditlerinden kurtarma gücüne beslenen inancı, din ya da gelenek yerine bilim eliyle geçerli kılınan veya meşrulaştırılan bir dünya görüşünü ve nihayet, Batı Avrupa'nın büyük düşünürlerinin bütün bu talep, özlem ve bakış açılarına cevap veren entelektüel hareket ya da felsefesini ifade eder." Düşünce insanı anlamaya odaklanır. Söz konusu olan sadece birey değil, tarihi süreci içinde insan ve toplumdur. İnsan üzerine düşünmeler psikoloji biliminin, toplum üzerine olanlar da sosyolojinin alanını açacaktır. "18. yüzyılın düşünürleri, yüzyıllarını "felsefe yüzyıl"ı saymayı alışkanlık haline getirmişlerdi ve kendilerini de filozof olarak görmekten hoşlanıyorlardı. Felsefeyle uğraşmak, Aydınlanma'da hala eski Yunan'da olduğu gibi bilgelik eğilimi ya da sadece bilgi sahibi olmak, bilimle uğraşmak, araştırma yapmak, düşünerek bir şeyler ortaya çıkarmak, insanın görevlerine ve doğaya ilişkin bilgileri edinmek anlamlarını taşıyordu. Hala - Eski Çağ ve hümanizmde olduğu gibi - temel sorular söz konusuydu: Bilme, bilmeyi ne duruma getirir; sezgi ve apaçıklık anlaşılabilir bildiriler midir? Bilginin kaynaklan nelerdir; duygu ve akıl adını verdiğimiz şeylerin ardında yatan nedir? Felsefe, dünyanın gidişine ilişkin bir "dünya bilgeliği" ne dönüşmüştü; artık sadece kilise öğretisine uygun katı kuralların Katolik ve Protestan ilahiyatçıları tarafından· aktarılan Latince okul felsefesi değildi. Artık "ilahiyatın hizmetçisi" olmak istemiyor, aksine bağımsız bir yer istiyor, hatta ilk sırada hak iddia ediyordu. Artık sadece kuram sunmak istemiyor, aksine "pratik akıl" olarak, "sağduyu" olarak yararlı olmak istiyordu. Metafiziğin genel tinsel ilişkiler hakkında, bilme ve inanç hakkında, tasarımlar ve onların doğruluğu hakkında yanıtlar verdiği biliniyordu. Etik - şimdi çoğunlukla ahlak felsefesi olarak adlandırılıyordu- doğru yapma ve yapmama hakkında, hangi mezhepten, ulustan ya da ırktan olursa olsun insanların asıl görevleri hakkında bilgi veriyordu. Felsefi düşünme, bağımsız düşünme anlamını taşıyordu. Artık öteden beri var olan otoritelere inanılmamalıydı. Her şeyin - günümüzün kavramıyla söylenirse - soruşturulması gerekiyordu. " Hof "Pragmatik Açıdan Antropoloji (1797) adlı eserinde, Kant antropoloji disiplinini şöyle tanımlar: Sistematik olarak ele alınan bir insan bilimi öğretisi (Antropoloji) fizyolojik bir bakış açısıyla veya pragmatik bir bakış açısıyla ele alınabilir. İnsanın fizyolojik bilgisi doğanın insanda yarattığı şeylerin keşfedilmesini hedefler; özgür bir eylemselliğe sahip bir varlık olarak insanın kendisi üzerinde gerçekleştirdiği, gerçekleştirebileceği veya gerçekleştirmek durumunda olduğu şeylerin pragmatik bilgisi." J.Russ İlerleme Bilimin ilerlemesi, insanların mutluluğa doğru yürümesinin güvencesiydi. İnsanlığın sonsuza kadar ilerleyeceğine duyulan bu inanç, öte yandan bilimsel keşiflere ve o yüzyılda elde edilen ekonomik gelişmeyle de destekleniyordu. "Sözleşme, Aydınlanmanın toplum ve özellikle devlet düşüncesindeki temel zihinsel kategorisidir. Bu kavrama, Hobbes ve Locke'dan, Grotius ve Diderot'ya kadar farklı düşünürlerde ve hepsinden önemlisi Rousseau'nun 'Toplumsal Sözleşme' sinde de rastlıyoruz. Rousseau; sözleşmeyi başından beri Aydınlanmanın diğer bir temel değeri olan eşitliğe bağladı. Ona göre, 'Toplumsal Sözleşme', kendilerini genel iradenin tümüyle altında gören özgür ve eşit bireyler arasındaki bir anlaşmadır. Evrensellik, Hoşgörü, Özgürlük, Mülkiyet, Eleştirel bireycilik, özgürlük, bütün insanların eşitliği, hukukun evrenselliği, hoşgörü ve özel mülkiyet hakkı: Bu değerler, Morelly ve Mably gibi akımın aşırı kanat üyelerinin özel mülkiyet hakkı konusundaki ayrıksılığına benzer bir iki örnek dışında Aydınlanmanın ortak paydalarıydı. Aydınlanma düşünürleri, her biri diğerlerinden farklı yollarla kendi dünya kavrayışlarını kurarken ortaklaşa savundukları bu temel değerleri kullandılar.” L.Goldmann Fransa aydınlanma Fransa 18.yüzyıl. Fransa'ya aydınlanma etkileri İngiltere'den gelir. Bu çok doğaldır. İngiltere bu düşüncelerin oluşmasının siyasi laboratuvarı gibidir. (Tablolarda gösterilen, düşünürlerin İngiltere seyahatleri ve sürgünler dikkat çekicidir) Kıtada özellikle Fransa’daki monarşik yapıdaki yönetimsel sorunlar, burada oluşan düşünsel birikimin ve geleneğin hedefi olmuştur. Büyük sistemci düşünürler olmasalar da, Fransız aydınlanmacıları devrimle sonuçlanan özgün düşünceler üretmişlerdir. Niçin Fransa sorusuna bir yanıt da, R.Collins’in Wuthnow’un Aydınlanma Kuramı’ından yaptığı alıntıyla açıklanabilir. Buna göre “ Aydınlanma entelektüellerinin çeşitli koşulların bir kombinasyonunun var olduğu yerlerde ortaya çıktığını gösterir. İlk olarak devlet bürokrasisinin büyümesi, yönetim merkezlerinde prestij için rekabet eden devlet memurları, hukukçular ve salon çevreleri arasında bir himaye tabanı üretmiştir ve bunlar entellektüeller için hem bir insan kaynağı, hem de eserlerini okuyan ve yayan eğitimli bir kitleye dönüşmüştür. İkinci olarak, bağımsız yargı erkleri ve temsili parlementolar arasında bölüştürülen otorite, politik hiziplerin merkezdeki mevcut ganimetler üzerine rekabetini güçlendirmiştir.” Karşılaştırmalı bir yöntem kullanarak, dizgeli biçimde siyaset üzerine düşünmeyi denemiş olan Montesqieu, döneminde benzer düşünceleri dile getiren başka Aydınlanmacı düşünürler olmasına karşın, bu yönüyle tektir. F.S. Avrupa hukukunun gelişiminin felsefi bir çözümlemesi ve sistematikleştirilmesi olan Esprit des Lois' sını (Kanunların Ruhu) yayınlamıştır. Off “Bu kitabında, aristokrasi genel bir güçler ayrılığı öğretisine ve ezici, Doğu tarzı merkezi devlet, haremler ve geri kalan her şey karşısında özgürlüklerin savunusuna yükseltilir.” Collins “Montesquieu'nün doğru bir anayasa ideali hakkında söylediklerinde o zamanki Fransa'nın koşullarının şiddetli bir eleştirisi vardır. Bunun, yazarının niyeti ne kadar azsa da devrimin hazırlanmasında payı vardır; geçerli hukukun göreceliğinden emin olma yolunu açarak egemen güçlerin mutlaklığına inancı sarsmıştır.” Ewald İngiltere’den döndükten sonra yazdığı Felsefe Mektuplar’ı (1734) “hayatı boyunca işleyeceği temel noktaları Montesquieu’nun ilk uzmanlık alanını anımsatacak şekilde doğu masalları, alegoriler, hicivler ve tarihçe formunda ortaya koyar.” Collins. Voltaire etiğin pratik yaşamla ilişkili yönleri ile doğal ahlak anlayışının birarada düşünülmesi yönünde gayret gösterdi. Hristiyanlığa getirdiği eleştiriler, Tanrı'dan insan'a, göklerden yeryüzüne ve günlük yaşam gerçeklerine dönülmesi yönünde tekrarlanan çağrılardır. " “Voltaire, insan özgürlüğü ile insanın toplumsal bir varlık olması olgusu arasında doğrudan bir bağlantı bulunduğuna dikkat çeker. Özgürlük kavramı üzerinde son derece belirleyici olan iyi ve kötü kavramlarını da son çözümlemede metafizik akıl yürütmelerle dünya ve toplumun dışında aramak yerine, topluma verdikleri yararlar ve zararlar açısından değerlendirmek gerektiğini ileri sürmektedir. " Felsefe Sözlüğü “Voltaire, metafizik karşıtı bir Deizmi benimseyerek, hem Spinozacıların hem de Platonik zincirlerin Deizmlerini reddetmiştir.” Collins Condillac "Ana eserinin aşırı Duyumculuğu, burada aynı şekilde aşırı bir Nominalizmle (Adcılık) bütünleşir. Konuşmak, düşünmedir, çünkü düşünme, konuşmadan başka bir şey değildir. Nesnel gerçeklikler olarak genel kavramlar yoktur, genel kavramlar yalnızca kafamızda hem de yalnızca adlar olarak vardır. Hesapların Dili 'ndeki ifadesiyle, her dil bir analizdir ve her analiz bir dildir. İlki Gramer'de, sonuncusu Mantık gösterilir. Ana eserinin aşırı Duyumculuğu, burada aynı şekilde aşırı bir Nominalizmle (Adcılık) bütünleşir." O.Ewald. "Condillac'ın heykel tasavvuru Montesquieu'nün yasaların ve ana yasaların çeşitliliğini doğal unsurlardan kaynaklandırmak girişimi ile Voltaire'in kültür gelişimini benzer biçimde analitik ve genetik açıklamasıyla sıkı bir ilişki içindedir. Ve Rousseau yeni, temel dayanak olanı ne kadar çok temsil etse de onun eseri de nihayet insanın, toplumun, devletin, kültürün oluşumlarının ilk şartlarında bir erimesi ve bunlardan tarihileşmiş ve katılaşmış olandan daha iyi ve daha saf bir yapı yaratma çabasıdır." E.Oswald Diderot, Ansiklopedi'nin batıl inançlara, dinin getirdiği baskılara ve yarattığı kötülüklere, siyasi haksızlıklara, kısacası yaşadığı çağda toplumu adaletsiz ve düşkün kılan her şeye karşı güçlü ya da mutlak bir silah olmasını istiyordu. Zihinlere kök salmış önyargılara elbette doğrudan saldırmak mümkün değildi, fakat bunlar ustaca yıpratılabilir ve hırpalanabilirlerdi. Bunun içinse bir maddeden diğerine atıflarda bulunmak, ustaca tasarlanmış geçişler yapmak gerekiyordu. Bu atıflar, onun deyimiyle Ansiklopedi'nin "açıkça sataşmayı göze alamayacağı birtakım ilkelerle gizlice çalışacak, gülünç kanıları sarsacak, tartaklayacak ve en nihayetinde yıkacaktı." Üstelik, ona göre, akıllı okuyucular bunu fark edince, hiçbir şekilde tedirgin olmayacaklardı. "Çamur köşkler böylelikle çökecek, faydasız toz bulutları dağılacaktı." "Diderot bilgi görüşünde, materyalizmine bağlı olarak, hemen bütün Aydınlanma düşünürlerinde olduğu gibi, empirizmi, hatta daha doğrusu standart duyumcu anlayışı benimser. Her tür doğuştan ilkeyi reddeden Diderot'un duyumculuğu, o fizyolojik bir şey olarak duyarlıktan zihnin daha karmaşık işlemlerine geçtiği zaman açıklıkla ortaya çıkar." A. Cevizci D' Alembert bilim ya da bilgi anlayışı bakımından pozitivist olmanın yanında, pragmatist bir düşünürdür de. Bilgiyi, fenomenlerin "gerçek" doğaları yerine, onların insan tarafından algılanışına dayandırır. Onun bilgiyle ilgili görüş ve tartışmaları baştan sona insan merkezlidir. Ahlaklılığın öğelerinden sanatlar ve bilimlere kadar bütün bilgi türlerinin, insanın ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla organik olarak ortaya çıktığını bildirir: "Eğer insan mutlak zorunluluk düzleminde birtakım bilgilere sahip olsaydı, yüreğinin gücü fazla dayanmazdı buna. Doğa ona ihtiyaçlarının ne olduğunu öğretmiş ve bu ihtiyaçları karşılayacağı araçları sunmuştur." Ahlaklılığın nihai amacı mutluluktur; fakat bu, bireysel mutluluktan ziyade sosyal mutluluk olmak durumundadır. Söz konusu genel mutluluğa zarar veren her şey, ona göre, ahlaken kötüdür. A.Cevizci Rousseau, aydınlanmanın kozmopolitan tinini sevmedi ve onaylamadı. Sezgiyi ve iç duyguyu yükseltmesi 18.yy.ın ikinci yarısında oldukça yaygın olan kuru akılcılığa karşıt olarak doğan bir tepkiye anlatım veriyordu. Copleston. "Rousseau kimilerine göre daha doğal, daha özgür ve daha adil bir dünyanın peygamberi, kimilerine göreyse kafası karışmış bir idealist hatta tehlikeli ölçüde aşırı biriydi. Çok geçmeden (ilk kez, onun görüşlerine saldıran İtalyanca bir kitapta) " sosyalist" olarak damgalandı. Ondokuzuncu yüzyıl ilerledikçe bu terim radikal bir eşitliği savunan herkese uygulanır oldu."Hoff “İskoçya Aydınlanması” tabiri ağırlığını üniversite çevrelerine borçludur. Edinbourgh Üniversitesi, 18.yüzyıl boyunca kurumsal dönüşümler geçirdi ve bu sayede Britanya üniversiteleri aleminde farklı bir konum elde etti. Profesörleri atama ve onları mükafatlandırma sistemi yerel himayeye sıkı sıkıya bağlıydı; arada bir saray müdahil olsa da mevki atamalarının çoğunu Kent Konseyi denetliyordu. Damme Hume "Zamanının iyimserliğini paylaşan Hume, evrenin tüm problemlerini çözme yolunu, gayet kartezyen biçimde, bilimsel yöntemde görüyordu. İnanıyordu ki bu tip bir yöntem bizi insan doğasına ilişkin açık bir anlayışa götürebilir ve özellikle de insan zihninin nasıl işlediğini gösterebilir." Hünler Ancak, doğanın işleyişiyle ilgili olarak önemli bir düşünme kategorisi olan "nedensellik" üzerine yaptığı akıl yürütmeler, Hume'un iyimserliğini yok etti. Akla duyduğu inanç onu şüpheciliğe götürdü. "JeremyBentham gibi yararcılar, Hume'un ahlâkî ve estetik yargıları, İnsanî arzunun ya da haz ve acı çekme kapasitesinin bir yansıtılması olarak gören tanımını geliştirdiler." West Almanya aydınlanma Almanya'da ise yabancı etkiler fazladır. Edwald durumu şöyle özetliyor: " Aydınlanma temelini İngiltere'ye, derinleşmesini Almanya'ya, söylemini ve itici gücünü Fransa'ya borçludur". "1784 yılında, Aydınlanma işinin çok büyük bir kısmını hayata geçirdiği zaman, Kant onu, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmayış halinden çıkışı diye tanımladı ve Sapere aude'yi -"Öğrenme ve bilme cesareti göster! ", "Keşfin tehlikelerini göze al! Engellenmemiş eleştiri hakkını kullan! Özgürlüğün yalnızlığını kabul et"i- onun mottosu olarak takdim etti. Diğer filozoflar gibi, Kant da Aydınlanmayı insanın bir yetişkin, sorumlu bir varlık olarak kabul görme talebi diye gördü." Gay Kant'ın öğrencisi olan Herder'in görüşleri onun ilgi alanındaki düşünürleri bize aktarıyor. "Leibniz, Wolff, Baumgarten, Crusius ve Hume'u inceliyordu; Newton , Kepler ve fizikçilerin doğa kanunlarını araştırmış zihni, Rousseau'nun en yeni eserlerini ve bilimdeki son keşifleri de aynı ölçüde kavrayabiliyordu . . . Hepsini değerlendiriyor, doğa ve insanın ahlaki değerine dair tarafsız bilgilerle geliyordu. " Son çıkan Alman, Fransız ve İngiliz yazarları okuyup takdir etmekle kalmıyor, teorilerini de pratiğe geçirmeye çalışıyordu. Şüphecileri "soruşturmalarında ısrar eden" araştırmacılar olarak niteleyen eski Pyrrho'cu anlayıştan faydalanıyor, aynı zamanda bu ismin "şüpheci disiplini" nitelemek için Sekstus Empirukus tarafından kullanılan isim olduğunu öğrencilerine açıkça anlatıyordu. Kant'ın konumunu belirlemek kolay değil. Burada Birgit Recki'den yardım alacağız. "Doğa biliminin empirik programını Aydınlanmanın en önemli hareket noktası sayarsak ve bu programla birlikte boş inançların yanı sıra geleneğin sonsuz hakikatlerinin de yürürlükten kaldırıldığını düşünürsek, Kantçı akıl eleştirisinin, önsellik vurgusuyla, hem -Kant'ın önceleri bağlandığı Newton'un idealinden hem de çağın ideallerinden uzaklaştığını keşfederiz. Aydınlanmanın, rasyonalist eğilimi bir tarafa, insani bilgiyi anlamak için, her şeyden önce materyalist ve duyumcu hareket noktalarından hareket ettiğini kabul edersek, Kant'ın aşkınsal idealizmini Aydınlanma programına kesin bir yüz çevirme olarak okuyabiliriz. Kant'ın ahlak felsefesiyle ilgili postulalar öğretisindeki görüşü, yani Tanrı'nın varlığını spekülatif olarak kabul etmediğimiz takdirde, özgürlük idesinden feragat etmekle kalmayıp eylemin pratik güvencesini de kaybedeceğimiz iddiasını, Aydınlanmaya bir meydan okuma olarak anlayabiliriz." .... Diğer yandan " Kant Berlin hareketinin doruk noktasında Aydınlanma nedir? sorusunu yanıtladıysa, bunu sırf çağın ruhunu mesafeli olarak gözlemleyen biri olarak değil, çağına bağlanan biri olarak yapmış olmalıdır. Kant, aklı sadece karşıt bilgi üretme ve saf kavramsal spekülasyon yeteneği olarak değil, aynı zamanda tutarlı bir ben kavramından çıkan eleştiri mercisi olarak görür ve ayrıca, onu ilkeler yetisi olarak tasarlar. "Akıl, güçlerini kullanırken takip ettiği kuralları ve niyetlerini doğal içgüdünün ötesine genişletebilen ve kendi planları için sınır tanımayan bir varlığa ait bir yetidir". Kant, Aydınlanma çağında, Aydınlanma üzerine düşünürken atıfta bulunduğu öz-anlayışı, işte bu şekilde özetler." Rusya'da, 18.yüzyılın ilk yarısının önde gelen önderleri , Aydınlanma'ya " kısa sürede sağlayacağı pratik yararlar"ı açısından baktılar. Siyasal ve toplumsal sistemin tepeden tırnağa reformdan geçirilmesinin gerekebileceğini düşünmediler. Otokrasinin elindeki " Musa Asası"na, onun [dürterek] ulusu uyandırıp, aydınlatma ve ilerleme yoluna sokabilecek güçte uygarlaştırma misyonuna karşı, içlerinde derin bir inanç yatmaktaydı. Aydınlanmaya tepki, erken romantizm. Gelecekte romantiklerin yeniden keşfedeceği, Giambattista Vico, yaşadığı dönemin egemen düşüncesi olan Kartezyen ve doğa bilimci bakış açılarına karşı, tarih, kültür ve insanbilim yaklaşımlı düşüncelerle farklı bir alan açtı. ”Tarih temelli bütün toplumbilimlerini doğa bilimlerinden daha üstün bir konuma yerleştirmiştir.” F.S. Tarih Felsefesi 18.yüzyıl Alman şair Novalis, "mucizevi ve gizemli şeyleri ortadan kaldırmak için her şeyin matematiğe uydurulma" sını isteyen "Aydınlanma'nın sert, soğuk ışığı"ndan söz ediyordu. Kasvetli bir ussallık her yerde egemen olmaya başladı. Dünya büyüsünden sıyrılmış, genç kuşaklar için giderek daha sıkıcı bir yer haline gelmişti. Radikal Aydınlanma üstünkörü bir şeydi: Derinlikten yoksundu, ruhun uyuyan güçlerini harekete geçirmeye yetmeyen kısır eleştirilerle ve sığ ahlak öğütleriyle yetiniyordu. Akıl çağının felsefi yıkım ve temizliklerinden sonra, 1770-80'Ierde okültizm, simya ve büyüye ilginin yeniden canlanmasıyla kendini gösteren ön-romantik bir hareketlenme yaşandı. ....Daha 1708'de, Locke'un takipçisi olan ve İngiliz Yeni Platoncularından kuvvetle etkilenen Shaftesbury, Letter Cemcerning Enthusiasm'ında (Sarhoşluk Üzerine Mektup) tanrısal bir uyum içindeki doğa karşısında duyulan yeni bir tür çoşkulu hevesten söz ediyordu..... 1770' lerde Alman gençliği isyanını Sturm und Drang ( Çoşkunluk) hareketiyle gösterdi. Bu harekette her şey çılgın, kontrolsüz egzantrik ve parlaktı - Aydınlanma'nın daha önceki temsilcilerinin yaptığı gibi sıkıcı, ortalama, dengeli ve saygıdeğer değildi. Gençler hem sözcük anlamıyla hem de mecazi olarak sarhoşluk içindeydi. Geceler boyunca eğleniyor, eski halk türkülerinde sözü edilen bozulmamış köylü kızlarının çekiciliğine övgüler düzüyordu. Tiyatro sahnelerinde, Aydınlanma'nın ilk zamanlarının duygusal ahlak öğütlerinin yerini Ortaçağ şövalye ve haydutları aldı. Uluslar, Ortaçağ'ı yeniden keşfettiler. Almanya'nın abartılmış akılcılığa gösterdiği bu tepki daha sonra bütün Avrupa'ya yayılacaktı. On sekizinci yüzyılın sonlarında, hem Voltaire'in keskin yergilerini hem de Edward Young'ın Night Thoughts'unu (birincisini açık bir zihinle, ikincisini ise duygusal bir rehavetle) okuyan birçok erkek ve kadın vardı. Radikal Aydınlanma'yı ve gerici romantizmi reddederken, hem Aydınlanmaya hem de romantik duygusallığa yakınlık duymak elbette olanaklıydı. Aslında 18. yüzyılın bütün fikirleri (nereden gelirse gelsin) özümseyebilecek kadar liberalleşmesi, Aydınlanma sayesinde gerçekleşmişti. Hof B.Berksan Kaynaklar: Avrupa'da Aydınlanma, Ulrich Im Hof, Afa Yayınları Avrupa Düşüncesinin Serüveni, Jaqueline Russ, Doğu Batı Yayınları Aydınlanma, Felsefe Tarihi, Copleston, İdea yayınları Aydınlanma Sempozyumu, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi Aydınlanma, Siyaset Felsefesi Sözlüğü İçinde, Simone Goyard-Fabre, İletişim yayınları Bilginin Toplumsal Tarihi, Peter Burke, Tarih Vakfı Yurt Yayınları Bilim ve Gelecek (Aydınlanma Sayısı) Dört Adalı, S.Z.Hünler, Paradigma Erken Modern Dönemde Avrupa, Merry E. Wiesner, İş Bankası Yayınları Felsefe Ansiklopedisi, Editör: Ahmet Cevizci, E Babil Yayınları Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları (F.S) Fransız Aydınlanması, Oskar Ewald, Doğu Batı Yayınları Hakikate Yelken Açmak, Stéphane Van Damme, Cogito, YKY İlerleme, Reinhart Kosselleck J.J.Rousseau, Leo Damrosh, İş Bankası Kültür Yayınları Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, David West, Paradigma Yayıncılık Kant, Manfred Kuehn, İş Bankası Kültür Yayınları Rus Düşünce Tarihi, Andrzej Walickich, İletişim Yayınları Siyaset Felsefesi Sözlüğü (içinde) Aydınlanma, Simone Goyard-Fabre, Karşı Aydınlanma, Mark Lilla, İletişim Yayınları (S.F.S.) Siyaset Felsefesi Tarihi, Editörler: Ahu Tunçel, Kurtul Gülenç, Doğu Batı yayınları. Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant. YKY. İçinde: Kant ve Aydınlanma, Birgit Recki
(This post has nothing to do with investing and deals with philosophy) Rationalists vs Empiricists I ran Alex Hutchinson's thought-provo...
Empedocles (490 – 430 BCE) was from Agrigentum, a Greek colony in what is today the Italian Island of Sicily. As Italy looks like a boot, Sicily looks like a triangular rock being kicked…
En quoi Aristote était-il un savant multiple ? Disciple de Platon, précepteur d’Alexandre le Grand, quelle a été son histoire, ses périples ? Comment s’est-il détaché du platonisme en fondant le Lycée d’Athènes ? Quels ont été ses grands ouvrages ? Ses apports en philosophie et dans les sciences ?
KIERKEGAARD’IN YENİDEN DOĞUŞU Danimarkalı felsefeci Sören Kierkegaard (1813-1855) ondokuzuncu yüzyılın başlarında, uzun bir ...
Yaşamı ve yapıtları: Rene Descartes, 31 Mart 1596'da Touraine eyaletinin Lahey kentinde dünyaya geldi. Babası, Rennes Parlamentosu'nda danışmandı. Annesi onu doğurduktan bir yıl sonra öldü. Din eğitimi almasını isteyen ailesi tarafından 1607'de Cizvitlerin açtığı (1604) La Fleche Cizvit Okulu'na verildi. Orada çok parlak bir öğrenci olarak tanınmış, özellikle matematikte o dönemde verilen en iyi eğitimi almıştır. Poitiers'de hukuk eğitimi görmüş, bakalorya ve lisans diploması aldıktan (1616) sonra babasının kendisi için çizdigi yolu büyük ölçüde bırakmış ve Hollanda'ya giderek Moritz von Nassau'nun ordusuna girmiştir. Kasım 1618'de Breda'da, kendisini bilimle ilgilenmeye teşvik eden "fizikçi ve matematikçi" Isaac Beeckman'la tanışmıştır. Kasım 161 9'da Almanya'ya gider ve savaşmamakla birlikte, Bavyera Dükü'nün ordusuna girer ve bu sırada evrensel bir yöntem fikrini bularak, kendisini derin düşüncelere ve coşkuya kaptırır. Bir süre sonra tekrar seyahatlere çıkar ve sık sık İtalya'ya gider. 1625 Yaz'ında Fransa'ya döner ve Paris'te edebiyat ve bilim çevrelerine girer. 1627 yılı sonunda Papalık Büyükelçiliği'nde düzenlenen bir toplantıda Kardinal de Berulle, kendisinden "düşüncelerinin tarihi"ni yazmasını ister. Descartes yalnızlık ve huzur içinde çalışmak amacıyla -belki de, ölümünden sonra terekesinde bulunan Regulae Ad Directionem Ingenii (Aklı Kullanmak İçin Kurallar) adlı çalışmasına yoğunlaşmak amacıyla- kışı köyde geçirir. 1628 yılı sonunda Hollanda'ya gider ve 1649'a kadar orada kalır. Hizmetçisinden olan kızı Francine'i 1640'da yitirir. 1629- 1633 yılları, tamamlayamadığı ve daha sonra da bulunamayan ilk metafizik çalışmalarıyla geçer (1629) : Essais de la methode'a (Yöntem Denemeleri) malzeme sağlayacak olan önemli matematik ve fizik çalışmaları ve özellikle kartezyen fiziğin ilkelerini sergileyen ve Traite de l'Homme'da (İnsan Üstüne İnceleme [ tamamlanmamıştır] ) ele alınan fizyolojide de etkisi görülen Traite du Monde (Dünya ve Işık Üstüne İnceleme). Descartes, Galileo'nun mahkum edildiğini öğrenince, bu heliyosantrik hipotez yapıtını yayımlamaktan vazgeçer. Bu durumda ne yapmalıdır? Yeni felsefenin bazı örnekleriyle yönteminin yararını ve ne kadar verimli olduğunu göstererek "dereyi geçmeye çalışma"yı seçer. Şöhreti kimi zaman öncelikli rolünü unutturan Yöntem Üstüne Konuşma'dan önce, Işık Kırılması, Göktaşları ve Geometri. Bunların tümü Fransızca ve yazar adı olmaksızın 8 Mayıs l637'de Leyden'de yayımlanacaktır. Böylelikle, kartezyen düşüncenin daha sistematik biçimde sunulmasının yolu açılmış olur. Metafizik ya da "ilk felsefe"nin esası, Descartes'ın çok büyük filozof ve ilahiyatçılardan (Hobbes, Gassendi, Amauld, Mersenne) yararlandığı Objections ve Reponses'un altı, daha sonra yedi dizisi içinde yayımlanan Meditationes de Prima Philosophia'da (İlk Felsefe Üzerine Düşünceler, (1641 -1642) anlatılmıştır. Ama 1 640 yılı sonundan başlayarak, önce skolastik elkitaplarının yerini almasını tasarladığı felsefesinin (metafizik ve fizik) tam bir sunumunu yapmayı düşünür ve Principia Philosophiae (Felsefenin llkeleri) l644'te, "dünyanın hareketi düşüncesi"yle ilgili bazı düzenlemelerle dört bölüm halinde yayımlanır. Descartes l642'de Lahey'de, sürgünde yaşayan Bohemya Prensesi Elisabeth'le tanışır: Onunla özellikle ahlak konusunda mektuplaşır ve onun için, l645-l646'da Passions de l'ame (Ruhun Tutkuları) adını verdiği bir elkitabı kaleme alır (bu kitap l649'da gözden geçirilerek yayımlanmıştır) . Aynı yıl İsveç Kraliçesi Christine'den, felsefe dersleri vermesi için davet alır. Son bir Fransa yolculuğunun ardından, epey düşündükten sonra Eylül'de Stokholm'e hareket eder. Saray hayatı da kuzey iklimi de ona iyi gelmez; l l Şubat l 650'de zatürreeden ölür. Modern Dünyanın Yaratılması, İletişim yayınları içinde: Descartes, Denis Kambouchner Evrensel ve zorunlu olanı bulmak iddiası 20.yy. a gelinceye kadar , bir çok filozofun düşü olmuştur. Bu arayışı, mitolojik anlatılarda ölümsüzlüğe çare olan ve bir türlü ele geçirilemeyen ve bir tür bal olan “ambrosia” nın peşinden koşmaya benzetiyorum. Bunun gibi filozoflar da , ömürlerini “evrensel ve zorunlu bilgi” arayışına adamışlar. Descartes da , yöntemli bir kuşkuculuk yaklaşımı ile , kesinliğinden kuşku duymayacağı bir “ilk bilgi” nin olanaklılığını arıyordu sanırım. Bildiğiniz gibi Descartes matematik eğitimi almıştı ve bu konuda çok iyi idi. Analitik Geometri’yi temellendirdi. Düşüncesini matematiğin kurgusu etkiledi. Matematiğin apaçıklığından kuşku edilmeyen aksiyomları gibi , “gerçeklikler temel ve kuşku duyulmaz önermelerde başlayıp , türetilmiş önermelere doğru dizgesel olarak ilerleyerek düzenli bir yolda tanıtlanmalıydı.” Başlangıçta , dayanacağı çıkış noktası için, kendinden önceki tüm otoriteleri bir kenara bıraktı. Deyim yerindeyse sıfırdan başlamalıydı. Başlangıç için “düşünmeyi” diğer bir deyişle “us” u seçti. Usun bilgi elde yöntemi üzerinde düşündü. Doğuştan düşüncelerin açık ve seçikliğine inanıyordu. Ki bu düşünceler duyular tarafından henüz bulanıklaştırılmamıştı. Kendisi bir katolikti. İnancı tamdı. Çıkış noktasında tüm otoriteyi akla vermekle, gelecekte bunun nelere yol açacağını ne kadar öngörmüştü bilemiyorum. Descartes , bir başlangıç noktası seçtikten sonra (düşünüyorum o halde varım), yanılmayı en aza indirecek bir yöntemi de ortaya koymaya çabaladı. Bu öyle bir yöntem olmalıydı ki , “us” u yanılgıdan uzak tutsun 1637'de Yöntem Üzerine Konuşma'da Descartes çalışmalarının amacını etkileyici bir biçimde ortaya koyuyor: "Bizi doğanın efendisi yapabilecek pratik bir felsefe ve fizik." Descartes , insanın işleyerek üzerinde 'efendiliğini kurabileceği üç alanı belirlemeye yöneliyor: Fiziksel çevre, insan bedeni ve bedene yakından bağlı olan ruh. Felsefesinin bunlara karşılık gelen ve ancak 1647'de belirlenen üç' ürünü; mekanik, tıp ve "diğer bilimlerin tam bilgisini önvarsayan ve bilgeliğin en son aşaması olan en yüksek ve en yetkin ahlâk sistemi"dir. Söz konusu pratik anlayışa nasıl ulaşabileceğini önce 1619'da kehanetimsi bir rüyada görüyor ve sonra, 1620'lerde buna ilişkin görüşünü açıklıyor: Aklın Idaresi İçin Kurallar da °bilim birdir" diye yazıyor, çünkü neyi incelerse incelesin, bilen zihin birdir. Dolayısıyla, doğada da yalın yöntemsel yaklaşımın geçerli olması gerekir. Bunun dışında, doğa felsefesi tümüyle matematik -şekiller ve sayılar- cinsinden yapılabilir. Bu gereklilik basit bir akıl yürütmeyle doğrulanır: Sayılar ve şekiller bizim gerçekten akledebileceğimiz şeylerdir -daha sonra ifade edeceği gibi bunlar 'açık ve seçik'tir. Pratik doğrulaması da aynı derecede basittir: Eski bilim dalları arasında fizik başarılı olamazken, matematiksel olarak yapılan mekanik başarıya ulaşmıştır. Akılsal olanla pratik olan arasındaki bu uyum, evrensel yöntemi bulduktan tam on yıl sonra, 1629-30'da keşfettiği derin metafizikle açıklanabilir. Benim aklım ve doğal dünya aynı yaratıcının ürünüdür. Demek istediği, dünyanın benim akledebileceğim bir şey olduğudur. Tanrı'nın dünyayı insanların anlayabilecegi gibi yaratmasının bir sebebi -1641'de Altıncı Meditasyon'da bunu, a priori degil, empirik olarak keşfettigimizi yazar - insanın mutluluğuna büyük değer vermesidir. Descartes Sözlüğü'ne "Önsöz"- Prof.Dr.Stephane Voss MEDİTASYON Descartes'ın, kendi metafiziksel dizgesinin nihai sunumu için "Meditasyonlar" başlıgını seçmesinin büyük bir önemi var. Öncelikle, bu çalışmanın ele alınış tarzı, on altıncı yüzyılda ve on yedinci yüzyılın başında ibadete ait geniş bir yazı topluluğunun etkilerini gözönüne sermektedir, örnek olarak Cizvit Tarikatı kurucusu Ignatius Loyola'nın (1491- 1556) yazıları verilebilir. Spiritual Exercises adlı yazısında Ignatius "tinsel deneyim"i şöyle tanımlıyor: "Kendi bilincini meditasyon yoluyla, temaşa ya da ibadet yoluyla sessizce ya da yüksek sesle inceleme yolu" ve şöyle devam ediyor Loyola, "ruhun gereksinimleri genellikle olgularla doyurulmaz, daha çok içsel duyuyla ve şeyler için duyulan arzuyla olur" (Execitia Spiritualia (1548), çev. Loongıidge, s. 4 ve 7). Yeni kurulmuş olan Cizvit koleji La Fleche'te, Cizvitler tarafından eğitilmiş olan Descartes, kendi "Meditasyonlar" ını açıkça durağan olgu kümeleri olarak tasarlamamıştır, etkisi yalnızca yazarı izlemeye hevesli ve metinde bulunan düşünümleri içselleştirenler tarafından duyulabilecek bir dizi devingen deneyim olarak tasarlamıştır: "Benimle birlikte ciddi bir şekilde meditasyon yürütmek isteyen ve yürütebilecek olanlar dışında kimseyi bu kitabı okumaya zorlamıyorum" (Meditasyonlara Önsöz AT VII 1 1 : CSM II 8). Başlangıçtan itibaren bu içsel ya da öznel yönelim ortadadır. Düşüncenin akışı, dünyadan soyutlanmış yalnız düşünürün düşünümlerini izlemektedir: "Bugün zihnimi her türlü kaygıdan arındırdım ve kendim için esnek bırakılmış serbest bir zaman ayırdım. Burada tamamiyle yalnızım" (AT VII 17-8: CSM 11 12). Ner "Meditasyon" bir günü kaplayacak şekil- de tasarlanmıştır ve her biri, bir sonraki keşif aşaması başla- madan önce, o ana dek kazanılmış olan içgörüleri yineleyen bir özetle son bulmaktadır Descartes Sözlüğü-John Cottingham- Doruk Yayıncılık. ZİHİN VE BEDEN Descartes 'zihin' (fransızca esprit, Latince mens) ya da 'ruh' (Fransızca ame, Latince anima) terimini bilinçli, düşünen ben'e işaret etmek için kullanır Yöntem Üzerine Konuşma'da belirttiği gibi (AT VI 330: CSM I 127) "sayesinde benim ben olduğum bu 'Ben' ". Daha sonra, Meditasyonlarda bu kavrayışı daha tam hale getirir: İkinci Meditasyon'da 'Öyleyse ben neyim?' diye sorar ve yanıt verir: "Ben kati anlamıyla yalnızca düşünen bir şeyim (res cognitans), yani ben bir 'zihin veya zekâ veya akıl veya ratioyum* (mens, sive animus, sive intellectus, sive ratio, AT VII 27: CSM II 18). Daha sonra, 'düşüncenin' tanımı iradi ve akli faaliyetleri içerecek şekilde genişletilir: "Öyleyse ben neyim? Düşünen bir şey Bu (şey) nedir? Kuşku duyan, idrak eden, evetleyen, redde den, isteyen ve istemeyen bir şey ..." (AT VII 28: CSM II 19 bu pasajda, imgeleme ve duyusal algıya sahip olma 'düşünen bir şeyin' yaptıklarının listesine eklenir, ancak bu son iki yeti daha sonra, Altıncı Meditasyon da kendilerine ait özel bir kategoride incelenmeyi (ele alınmayı) gerektirir hale gelir; Descartes'ın "düşünce" genel yaftası altında sınıflandırdığı akli ve iradi faaliyetler hakkında Meditasyonlar ın sonunda ortaya çıkacak merkezi olgu bunların cisimden tamamıyla ayrı bir töze ait olduklarıdır. "Bir yandan, yalnızca düşünen, uzama sahip olmayan bir şey olduğum denli, kendimin açık ve seçik bir ideasına sahibim; ve diğer yandan yalnızca uzama sahip, düşünmeyen bir şey olduğu denli, açık ve seçik bir cisim ideasına sahibim" (Altıncı Meditasyon, AT VII 78: CSM Ii 54; Descartes 'ın zihnin cisimsel olmadığı tezi, zihnin bedenden özsel ayrıklığı, en çarpıcı ve ihtilaflı öğretileri arasındadır. Muhtelif sebeplerden ötürü bu teze doğru yönelişi görülmesine rağmen, bu tez için verdiği saf metafiziksel uslamlamaları zayıftır. Varolduğundan kuşku duyamazken bir bedene sahip olduğundan kuşkulanmaya muktedir olmasının "[kendisinin) bütün özü ya da doğası düşünmek olan bir töz olduğunu ve varolmak için herhangi bir yere ya da maddi şeye gerek duymadığını ve ... beden varolmasa dahi ne ise o olmaktan çıkmayacağını" gösterdiğini ileri sürer ( Yöntem Üzerine Konuşma, Bölüm IV, AT VI 33: CSM I 127). Descartes Sözlüğü- John Cottingam AHLAK Descartes 'ın ahlâk konusunu ağırlıklı olarak tartıştığı metinlerin Bohemya Prensesi Elisabeth ile yazışmalarından ve Tinin Tutkuları (1649) adlı kitabından oluştuğu görülmektedir. Descartes ahlâk alanında temel olarak tutkuların nasıl ortaya çıktıklarını ve buna bağlı olarak nasıl denetim altında tutulabileceklerini çözümlemeye çalışır. Tutkular ona göre duygular ve imgelemle avnı öbektedir, yani zihnin dışarıdan edindiği algılardır. Bu düzenekçi incelemenin ardında ahlâki bir yaklaşım da sezilir: tutkuların hangi düzeneğe göre ortaya çıktıklarım araştırmaktaki ana amaç, onların nasıl denetlenebileceklerinin bilgisini edinmektir. Tutkular üzerinde doğrudan denetimimiz olmasa da ne olduklarını ve nasıl ortaya çıktıklarını öğrendikten sonra onları dolaylı olarak denetim altına alabiliriz. Böylece yol açabilecekleri kötülükleri önlemek ve onlardan neşe türetmenin becerisini kazanmak olanaklıdır. Son çözümlemede, her ne kadar bir ahlâk dizgesi oluşturmanın felsefenin en önemli amaçlarından biri olduğuna değinse de ya da ahlâk bilimini "bilgi ağacı"nın ayrılmaz bir parçası olarak görse de Descartes 'ın dört başı mamur, dizgeli bir ahlâk felsefesi öğretisi yoktur. Kuşkusuz bu eksıklikte ani ölümünün de payı büyüktür. Felsefe Sözlüğü Bilim ve Sanat Yayınlar İKİCİLİK Ikicilik, doğaları kökten bir biçimde karşıt olan '' iki ayrık tözün, zihnin (veya düşünen töz'ün) ve bedenin (veya uzamsal töz'ün) olduğuna dair Descartesçı düşünceye verilen standart bir etikettir. Descartes llkeler de şöyle yazmaktadır "Her töz kendi dogasını oluşturan temel bir özelliğe sahiptir ve sahip olduğu diğer tüm özellikler bu temel özellik sayesinde mevcuttur. Uzunluk, derinlik ve genişlikte uzam cisimsel tözün; düşünce ise düşünen tözün doğasını oluşturur. (AT VII 25: CSM I 210). Altıncı Meditasyon da, açıklandığı gibi, uzam ve düşünce özellikleri karşılıklı olarak' uyuşmaz özelliklerdir Uzamsal bir şey düşünemeyen bir şey’dir ve düşünen bir şey uzamsal bir şey değildir (karş. AT VII'ı, 78: CSM 11 547. Ancak, Descartes 'ın evreni tam olarak kaç tane töz içermektedir? Ontolojik bir bakış açısından, 'ikicilik' terimi bir yandan tekçilik (özellikle Spinoza ’nın savunduğu tek bir töz olduğuna dair görüş) ile, öte yandan da çokçuluk (örneğin Leibniz ’in savunduğu ve evrenin sınırsız çoklukta töz içerdiğine dair görüşü ile karşıtık içerisindedir. Burada sayılar ('Bir,'Iki','”çok”) yanıltıcı olabilir. Çünkü zihinler dikkate alındığında Descartes bir çokçudur: “Her bir bireysel insan zihni ayrı ve ayrık bir tözdür. İster birimizin kendisini düşünen bir şey alarak kavrıyor olması ve düşünsel olarak ister uzamsal ister düşünen olsun diğer tüm tözlerden ayırması gerçeği dikkate alındığında, her birimizin her bir diğer düşünen tözden ayrı olduğu kesindir... " İlkeler Bölüm I, madde 60. Öte yandan. cisimsel töz durumunda Descartes ın konumu tekçidir.Kaya , taş ve gezegenler gibi bireysel cisimler töz değildirler; sadece" her yere yayılan uzamsal tek bir tözde oluşmuş değişikliklerdir. Tözlerin sayılarının bu bakışımsızlığına rağmen Descartes tözden kavram veva kategori olarak bahsetmektedir ve "ikicilik" etiketinin yol açtığı şey de budur. Bir kolaylıkla iki tane açık ve seçik şeye sahip olabiliriz. Bunlardan birincisi yaratılmış olan düşünen töze, diğeri de cisimsel töze ilişkindir (İlkeler Bölüm I, madde 54) . Ancak bu sınıflandırmanın tam olabilmesi için, kelimenin tam anlamıyla töz olarak nitelendirilebilecek tek töz olan "yaratılmamış ve bağımsız olan düşünen töze, yani Tanrı'ya ilişkin fikrimizi de bu iki açık ve seçik fikre katmak zorunluluğu vardır. (karş. llkeler Bölüm I, madde 5 'İkicilik' terimi, özellikle çağdaş zihin felsefesi tarafından Descartes 'ın zihnin cisimsel olmaması doktrinine atıfta bulunmak için kullanılmaktadır. Descartes'ın ortaya koyduğu şekliyle "bu 'ben' -yani beni ben yapan ruh- bedenden tamamiyle ayrıktır ve beden var olmasa dahi kendisi olmaya devam eder" (AT VII 33: CSM I I2. Descartes Sözlüğü-John Cottingham